Rojava, ‘Terör Bataklığı’ Değil!

Erdoğan, ‘’Suriye’nin Doğusu’’ dediği Kürtlerin yönetiminde ve Amerikan askeri varlığının bulunduğu bölgeye yönelik tehditler savurdu. Afrin ve İdlib bitti mi ki?

Ankara, Afrin’i 2018 Ocak’ında zor da olsa ele geçirdi. Ama sonrasında bir yandan YPG’nin içerideki direnişi, bir yandan da ÖSO ve diğer Cihadçı örgütlerin gerek kent halkına yönelik vahşi girişimleri gerek kendi aralarındaki kapışmalar ve bu çetelerin TSK ile çeşitli konularda ihtilafa girmeleri, Ankara’yı güç duruma düşürdü. Afrin’de öngörüldüğü üzere Ankara çıkmazda.

Resmi medyaya göre Erdoğan diplomatik bir zaferle Idlib’deki yandaş çetelerin imhasını hiç olmazsa şimdilik erteledi. Esad ise İdlib konusunda iddialı. Savaşla ya da barışla İdlib’i yeniden alacağız, diyor.

TSK, aynı süre içinde Irak’ta PKK hedefleri adı altında çeşitli alanlara hava saldırılarını sürdürürken, Erdoğan New York’ta BM konuşmasında bu kez Suriye’nin doğusunu tehdit etti. (‘’Mınbiç’den Irak sınırına kadar olan bölge’’). Üstelik bu tehdidini, pek samimi bir hitapla andığı Putin’den destek rica ederek ifade etti. Moskova böyle bir maceraya girişir mi? Karşılığında Ankara’dan ne talep eder? Bunlar şimdilik bilinmiyor. Erdoğan BM konuşmasında ABD’yi, gerek SDG’ye yaptığı askeri yardımlar gerekse Gülen Cemaati konusundaki tutumu nedeniyle sert bir şekilde eleştirdi. Rus heyeti bu açıklamalardan memnun.

Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ülkenin yüzölçümü açısından yüzde 30’unu ancak petrol kaynakları açısından yüzde 70’ini denetleyen bu bölgeyi IŞİD’den temizleyerek egemenliğini kurdu ve ‘’Demokratik Özerklik’’ modelini hayata geçirmeye başladı.

TSK, halen en az üç cephede savaşı sürdürmek zorunda. TSK’nin askeri altyapı ve becerisi ayrıca Ankara’nın orta ya da uzun vadeli mali olanakları, bu üç cephede başarı kazanmasını engelliyor. Erdoğan’ın Cihadçı örgütler nezdindeki itibarı son dönemde düşüşte. Siyaseten de Ankara’nın bu konuda bölgede ve uluslararası alanda pek fazla müttefiği yok. Erdoğan, varlığını inkâr etse de, ülkedeki mevcut ekonomik krizi perdelemek için Suriye’de Kürtlere ve müttefiklerine savaş seferberliği ilan edebilecek cürette ve çaresizlikte bir lider. Çünkü ona göre milli birlik ve beraberlik ile devletin bekasını bunu gerektiriyor. Halbuki gerçek durum tam tersi. İçeride ve dışarıda Kürtlere yönelik her saldırı, Türkiye’de kutuplaşmayı keskinleştiriyor, her seferinde daha geniş bir yurttaş kesimi devletten uzaklaşıyor. Orta ve uzun vadede de gerçek anlamda bir beka meselesi, parçalanma riski gündeme geliyor.

Afrin, bir Suriye kenti, dolayısıyla Şam rejiminin ve yerel halkın kenti. TSK bu nedenle orada işgalci güç konumunda. Zaten Afrin, Rusya’nın, dönemsel müttefiği SDG’ye ihanet ederek esas olarak hava sahasını açmasıyla TSK’nin eline geçebildi. Dolayısıyla Afrin’in geleceğinde TSK’nın rolünün ağırlığı/etkisi ancak Şam rejimi, Rusya ve SDG’den sonra geliyor. Bu üç güç izin vermedikçe, TSK’nın Afrin’de kalıcı olması mümkün değil.

Keza İdlib’te de Ankara yanlısı çeşitli Cihadçı güçlerin tasfiyesi, Soçi’de ancak şimdilik engellendi. Şam rejimi haklı olarak buradaki terörist unsurlardan bir şekilde kurtulmak istiyor. Rusya da aynı şekilde bu unsurlardan rahatsız. Çünkü Idlib’deki Cihadçı güçler arasında çok sayıda Moskova’nın hem eski hem de yeni başağrısı olan çok sayıda Kafkasya kökenli terörist var. Çin bile İdlib’in teröristlerden temizlenmesini istiyor, çünkü Uygur kökenli bazı gruplar da Idlib’deki savaşçıları arasında.

Suriye’nin doğusu dedikleri Rojava’yı ‘’terör bataklığı’’ olarak nitelemek için somut herhangi bir gerekçe yok. Çünkü bu bölge, teröristliği dünyaca tescil edilmiş olan IŞİD ve benzeri gruplardan YPG sayesinde temizlendi. Ve uzunca bir süredir Suriye’nin en huzurlu bölgesi. Üstelik bu bölgede Türkiye dahil hiçbir güce ‘’Terörist’’ saldırı gerçekleşmedi. Burası ayrıca ABD askeri alanı. Dolasıyla Erdoğan’ın üstelik de New York’da telaffuz ettiği bu tehdit üç güce mesaj gönderiyor: SDG, Şam rejimi ve ABD.

PKK ile PYD arasında organik ilişki bulunmamasına rağmen bu iki örgütün Öcalan felsefesinden beslendiğini herkes biliyor. PYD, Ankara dışında (Pardon! Bir de IŞİD var) hiç bir devlet tarafından terörist örgüt olarak değerlendirilmiyor. Tam aksine PYD, Paris’ten Washington’a hatta Moskova’dan Atina’ya kadar bir çok ülke yönetimi tarafından Rojava’nın iktidar partisi olarak kabul görüyor. Erdoğan’ın Kürt karşıtlığı Türkiye ile sınırlı olmadığı için, Ankara yanlısı bazı Kürt grupları dışında bütün Kürtler, Ankara tarafından düşman olarak telakki ediliyor. Ankara’nın tek derdi Demokratik Özerklik değil, topyekün Kürt varlığı. Türkiye’de Kürt dili ve edebiyatına yönelik baskılar ya da Barzani referandumuna muhalefet, bu tutumu kanıtlayan sadece iki örnek. Erdoğan’ın Kürt karşıtlığı ayrıca Kürt düşmanı tüm Cihadçı silahlı örgütlere verdiği destekle de, son olarak Tahran ve Soçi zirvelerinde perçinlenmiş durumda. Hoş, her iki zirvede de Erdoğan, Putin’in tuzağına düşerek, Cihadçıların sözcüsü/hamisi konumunu medya önünde ilan etmiş oldu.

İşin bir başka yanı daha var: Rojava eskiden hem ABD hem de Rusya ile dengeli bir şekilde anlaşan SDG tarafından yönetiliyor. Afrin’den sonra SDG-Rusya ilişkileri kaçınılmaz olarak darbe aldı. Ne var ki SDG, bu arada Şam rejimi ile ilişkilerini geliştirmeye başladı. Suriye’de sadece Şam ve SDG yerli güç, diğerleri hep yabancı. Bu iki güç laik olmaları ve Ankara karşıtı olmaları konularında anlaşıyor. Ne var ki, SDG’nin bütün Suriye için önerdiği Demokratik Özerklik modeli Şam rejimi tarafından çok kolay kabul edilebilecek/hazmedilebilecek bir model değil. Esad diktatörlüğü merkezi ve merkeziyetçi devlet yapısından taviz vermek istemiyor. İktidarın, kadın-erkek eşitliği, tüm etnik grupların temsil edileceği bir çoğulcu ve katılımcı sistemle yönetilmesi Esad’ın varlık nedenine aykırı bir yaklaşım.

Ankara, Şam-SDG yakınlaşmasından ne kadar rahatsız ise, SDG de Şam, İran ve Ankara’nın Kürt karşıtı bir koalisyonda bir araya gelmesi ihtimalinden o kadar kaygılı. SDG’nin IŞİD karşısında elde ettiği askeri ve siyasi başarılar, Batı dünyasında hem iktidarlar hem de kamuoylarında memnuniyetle karşılanmış olsa da, ‘’Dağlardan başka dostu olmayan’’ Kürtlerin, Şam, Ankara, Tahran hatta Bağdat’ın bir araya gelerek Rojava’da filizlenen Demokratik Özerklik modelini ezme tehlikesi var. Ortadoğu’da ittifaklar her an değişebilir, değişiyor de nitekim.

Suriye’nin önemli aktörlerinden Rusya’nın, Dışişleri Bakanı Lavrov’un ağzından ‘’Esas tehdit Suriye’nin doğusundan’’ demiş olması da önemli. Moskova, Rojava’dan, belki esas olarak Kürt yönetim bölgesi olarak değil, ABD’nin askeri varlığı nedeniyle rahatsız. ABD Savunma Bakanı ise bu çıkışa cevaben, ‘’IŞİD bitirilse bile düzenli ordu kuruluncaya kadar Suriye’de kalıcı’’ olduklarını açıkladı.

Ankara, devirmeye çalıştığı Esat rejimi ve/veya Şii yayılmacılığının başkenti olarak nitelediği Tahran ile Kürt varlığına, özel olarak da Demokratik Özerklik sistemine karşı bir araya gelebilir. Bu koalisyona Bağdat merkezi hükümeti hatta Irak Kürdistan’ındaki bazı güçler bile destek verebilir. Bu risk, kısa vadeli bir tehlike olmasa da orta vadede hesaba katılması gereken olası bir gelişme.

SDG, özel olarak IŞİD ve benzeri Cihatçı örgütlere karşı askeri ve siyasi olarak zafer kazanmış bir örgüt olsa da, Ankara, Şam, Tahran ve Bağdat’ın askeri ittifakına karşı, hele Moskova ve Washington’un sessiz kalması durumunda, Rojava’da kendi topraklarını kolay bir şekilde savunma olanaklarına sahip değil.

Şunu da unutmamak gerekir ki, Kürt karşıtlığı, en yüksek dozda Erdoğan’ın politikalarında somutlaşsa da, Şam, Tahran ve Bağdat rejimlerinin de Kürt dostu olmadıkları bir gerçek.

Dört ülkedeki Kürtler, bu dört devletin Kürt karşıtı uygulama ve politikalarına karşı direnip mücadele ederken, birbirlerini destekliyor. Yine de büyük devletler de, Ortadoğu devletleri de kaygan zeminde ayakta durabilmek için ilkesiz de olsa her türlü manevra yapabilecek durumdalar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi