Şenay Aydemir
Film Festivali Günlükleri 4: Duraklama dönemi!
Ulusal yarışmanın merak edilen yapımlarından birisi Mete Gümürhan’ın “Beraber” adlı filmiydi. Çünkü yönetmenin ilk filmi “Genç Pehlivanlar” ülkede şimdiye kadar yapılmış en iyi spor belgesellerinden birisi olarak kabul görmüştü. Ki buna katılanlardan birisiyim. “Genç Pehlivanlar”da meselesinin özüne doğru ilerlemeyi, temasını toplumsallaştırmayı ve güreşi yalnızca spor olarak değil erkekliğin yeniden üretildiği/ inşa edildiği bir alan olarak göstermeyi başarmıştı yönetmen. Ancak aynı şeyi, “Beraber” için söylememiz olanaksız.
Rotterdam’da doğup büyüyen Zeki, annesinin kaybının ardından babasıyla birlikte Türkiye’ye taşınıyor. Boğaz sırtlarında korunaklı bir site içindeki lüks villada yaşamaya başlıyorlar. Rotterdam’da sokaklarda özgürce dolaşan ve serbest koşu (free run) ile ilgilenen Zeki burada kendini hapiste gibi hissediyor. Bir süre sonra duvarları aşıp sokağa karışmaya karar veriyor. Tesadüfen tanıştığı Kemal ve çetesi hayatına aradığı heyecanı katarken başının da belaya girmesine neden oluyor. Öte yandan da sitede yaşayan Azra ile yakınlaşıyor.
“Beraber”, büyüklerin, parası olanların kurdukları duvarların, çektikleri dikenli tellerin gençlerin arasındaki bağa engel olamayacağına dair bir ‘ütopya’ olarak da düşünülebilir. Bu duvarları ve sınırlar yalnızca fiziksel olarak var olmuyorlar, aynı zamanda iki dünyayı da ayırıyorlar birbirinden. Haliyle inşa edilmiş rejimlerin devamı açısından elzemler. Ama film özelinde Zeki’nin Kemal ve çetesiyle temas kurup bir an için ‘özgür’ bir alan bulması yukarıda bahsettiğim genel kabulü dışlamıyor. Burada da o uçurum hep var. Ama işte suni bir biçimde. Chris Westendorp’un senaryosu İstanbul’un dokusuna uymuyor açıkçası. Ne Zeki’nin dünyasını ne de Kemal ve çetesinin hayatını serebiliyor gözler önüne. Zeki’nin babasıyla kurduğu ilişkinin tekdüzeliği hikayenin o kanadını güçsüz bırakırken, diğer dünyanın gençleri ise havada asılı kalıyor. Onların dünyalarına, yaşamlarına, ailelerine girme fırsatı bulamıyoruz. Öfkelerinin kaynağını, başıbozukluklarının nedenini, özgüvenlerinin nereden beslendiğini anlamamıza fırsat vermiyor yapı. Hal böyle olunca da sahici karakterlere, inandırıcı bir çevreye dönüşemiyorlar.
Bir yönüyle de Aysim Türkmen’in, 2015 tarihli “Çekmeköy Underground” filmini hatırlatıyor “Beraber”. Ancak orada ‘site dışı’ karakterlerin sahiciliği kendi gerçeklikleri içinde ustaca aktarılıyordu. Tıpkı o filmde olduğu gibi burada da yönetmenin belgesel sinemadan gelmesinin avantajları söz konusu. Gümürhan, özellikle de mekan ve sokakların olanaklarını iyi kullanıyor. Serbest koşuyu hikayede bir karakter haline getirmeyi de başarıyor. Ama bu zanaat hikayeyi organik hale getirmeye yetmiyor. Tamam filmin sonunda “hepimiz kardeşiz bu kavga ne diye” türküsü çalmıyor ama bu gençleri ayıran gerçek sınırlar, çitler nedir ona da vakıf olamıyoruz bir türlü!
8X8
Kıvanç Sezer, “Babamın Kanatları” ve “Küçük Şeyler” ile güçlü bir giriş yaptı sinemaya. Birbiriyle tematik olarak da uyumlu olan bu iki filmin ardından bir tane daha gelmesi bekleniyordu ki, yönetmen araya “8x8” adlı filmini soktu. Altın Portakal’da seyirciyle buluşması planlanan ancak festivalin iptalinin ardından İstanbul’da görme fırsatı bulduğumuz yapım festivalde şimdiye kadar gördüklerimizin üstünde ama açık söylemek gerekir ki Kıvanç Sezer seviyesinin altında!
Sarp ve Eda, İstanbul’dan uzakta günübirlik kiraladıkları denize nazır eve girdiklerinde yerde kanlar içinde yatan bir adam görürler. İntihar girişiminde bulunduğu anlaşılan Can’ın hayatını kurtarıp evden yollarlar. Sonrasında da genç çift arasında bazı sorunlar olduğunu anlarız. Eda, bir süreliğine Berlin’e gidecektir. Genç kadın bu son tatilde uygun bir biçimde ayrılmanın yollarını kollarken, Sarp kırılgan egosunu tamir etme ve mümkünse Eda’ya eziyet etme eğiliminde görünür. İkili arasında düşük dozda başlayan tartışma ve gerilim bir süre sonra Can’ın geri dönmesi, onlara yemek yapmayı teklif etmesi ve gece boyunca kalmasıyla başka boyuta taşınır. Sarp ve Eda arasındaki gerilimin dozu artarken, alkol ve uyuşturucu etkisiyle Can da ikili arasındaki dinamiklere daha da gerilim yükler.
“8x8” tek mekanda geçen bir ‘ilişki gerilimi’ anlatısı. Yer yer bunun başarıldığını da söylemeden geçmeyelim. Özellikle de Ece Yüksel (Eda) ve Halil Babür (Sarp) karşılıklı oldukları birçok sahnede göz kamaştırıyor. Ancak filmin sorunu daha önce birçok örneğini izlediğimiz bu ilişki dinamiklerine yeni bir yorum getirememesi. Hatta tekrara düşmesi, önceki yapımları fazlaca çağrıştırması. İkilinin tartışma anlarındaki diyalogların Zeki Demirkubuz sinemasını özellikle de Sarp’ın Eda’yı açıklamaya zorladığı anlarla “İtiraf”ı fazlaca çağrıştırması gibi.
Filmi farklı bir noktaya taşıma potansiyeli Can’ın varlığıyla söz konusu. Ancak bu karakter filmin yumuşak karnına dönüyor. Daha en başından motivasyonlarını anlayamadığımız Can’ın film boyunca varlığı oturmuyor hiçbir yere. Ne ikilinin ilişkisi açısından bir işlev kazanabiliyor ne de seyirci için anlatıya başka bir katman inşa edebiliyor. Filmin bu karakterle açılıp kapanması da aslında onun üzerine inşa edilmiş bir anlatı izlediğimizi gösteriyor. Ve fakat anlatıyı bir arada tutacak olan Can karakteri havada kalınca bazı yerler açıkta kalıyor maalesef.
Kıvanç Sezer, aşina olduğumuz mekan - özellikle de bina – kullanımında yine iyi bir işçilik ortaya çıkarsa da “8x8” beklentileri karşılamaktan uzak kalıyor.
İstanbul Film Festivali Günlükleri: Entelektüel krizler!