Vatikan’da oyun bitmez
Sekiz dalga Oscar adaylığı kazanan “Konsey”, Vatikan ve Papalık üzerine söylenmedik ne kaldı ki demeden yepyeni bir anlatıyla çıktı karşımıza. Papalık seçimini politik bir polisiye örgüsüyle anlatan yapım son yılların en iyilerinden.
Hala bazı filmlere şaşırıyor, hayranlık duyuyor olmamızın anlamı büyük. Çünkü giderek daha az hissettiğimiz duygular bunlar. En nihayetinde “gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı”ysa, yeni yeni söyleme biçimleri bulabilmek de zorlaşıyor. Peter Straughan (Tinker Tailor Soldier Spy) ve Robert Harris (Enigma) ikilisinin kaleme aldığı “Konsey” (Conclave) “Papalık” ve “Vatikan” üzerine hala söylenecek sözler olduğunu gösterdi bize.
Zira papalığın iç yüzünü gördüğümüz “Amen”, seçimleri anladığımız “Habemus Papam” gibi şahane filmlerden sonra daha ne olabilirdi ki? Ya da “Two Popes”, “The Borgias” gibi dizilerin üzerine söz söylenir miydi? İşte söz söylenemese de biçim değiştirilip yepyeni bir hikaye anlatılabiliyormuş. "Jack" ve "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" filmlerinden tanıdık Edward Berger’in yönetiminde 2024’ün en iyi filmlerinden biri haline gelmiş “Konsey”. Her film için aynı şeyi söyleyemesek de sekiz Oscar adaylığını da fazlasıyla hak etmiş.
Filmin temel hikayesi çok basit aslında. Papa ölür ve yeni bir seçim süreci başlar. Dünyanın dört bir yanından kardinaller Vatikan’da toplanır. Seçim sürecinin sağlıklı bir şekilde sürmesinden sorumlu Kardinal Lawrence, hikayenin merkezindedir. Lawrance, kendisiyle aynı düşünen liberal görüşlü Bellini’yi desteklemeye karar verir. Bir ABD’li kardinal ve aşırı muhafazakar İtalyan bir kardinal de güçlü adaylardır. Afrika’da iddialı olmaya çalışır. Bu karmaşık seçimin sisteminin nasıl çalıştığını aslında Nanni Moretti’nin “Habemus Papam” filminde görmüştük. Ama “Konsey”i cazip kılan hikayeye eklediği polisiye unsurlar. Film, dünyanın en güçlü insanlarından birisi olmak için rekabet eden, bunu tanrı adına yaptıklarını birbirlerine söyleyen ve kimsenin inanmadığı bir politik mücadeleyi anlatıyor aslında. Bunu yaparken de küçük küçük ayak oyunlarının izini sürmemizi istiyor.
Tam bu noktada Lawrence kilit bir rol oynuyor. Çünkü o Papalık talebi olmayan ama istese olabilecek birisi gibi görünüyor. Bütün işi süreci sağlıklı yönetmek. Başka adayların küçük oyunlarını bir dedektif gibi araştırırken, seyirci de durmadan ikilemlere düşüyor onunla birlikte. Bu polisiye kurgu filmi sade bir papa seçimi hikayesi olmaktan da çıkarıp oyuncaklı hale getiriyor. Çünkü Lawrence’in bulduğu her ipucu başka bir ipucuna ulaşmamızı sağlarken, bir süre sonra failler de karışıyor. Biz de buraya kadar onunla hareket ediyoruz, meraklanıyoruz. Ama bir noktadan bizden kopuyor Lawrence. Çünkü adaylar elendikçe “acaba” sorusu büyüyor içinde. Acaba ben mi olmalıyım diye düşünüyor. Finale kadar gizemini koruyan polisiye hat bambaşka bir gizemle son buluyor. Bu süreçte Kardinal Lawrence’ı canlandıran Ralph Fiennes başta olmak üzere oyunculuk gösterisine de dönüşüyor film.
Yönetmen Edward Berger ise bu güçlü senaryonun hakkını fazlasıyla veriyor. Küçük el hareketlerinden, jestlerden hikayeler kurmayı, anlamlar devşirmeyi başarıyor yönetmen. Mekanı da bir karaktere dönüştürüyor. Vatikan’ın ‘ruhevi’ koridorları polisiye gizemin ev sahibine haline geliyor. Sıradan doğa olayları “ilahi” bir anlam kazanıyor. Dışarıdaki politik gelişmeler içeride soğuk savaşlar yaratıyor. Her şeyin kurallı ve kontrollü olmak zorunda olduğu bir mekanda iki bin yıllık tarihi ve ‘Tanrı’yı incitmeden yol almak zorunda olan karakterler gibi Berger de bütün bu hassasiyetleri filmin gizeminin parçası haline getiriyor.
“Konsey” bir yanıyla Papalık kurumuna dair politik bir taşlama. Ama öte yandan son yıllarda izlediğimiz en iyi polisiyelerden de birisi. Kaliteli politik polisiyelere olan özlemimiz bir nebze olsun dinerken sayılarının artması temennisiyle bitirelim.