'Aydınlık Hayallerimiz'... Hindistan’da işçi sınıfının durumu!
Payal Kapadia dini fay hatlarını, feodal gelenekleri, kent rantını, emek sömürüsünü, imkansız aşkları ve mücadele olanaklarını hikayenin içine büyük bir maharetle yerleştiriyor. ‘Aydınlık Hayallerimiz’ üç kadına, üç emekçiye ve bir ülkeye yakılmış ağıt.
Payal Kapadia’nın Cannes Film Festivali’nde en iyi belgesel ödülünü kazanan 2021 tarihli filmi “Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece” (A Night of Knowing Nothing) iki gencin imkansız aşkı üzerinden ülkesi Hindistan’a bakıyordu. Gençlerin karşılıklı mektuplarının seslendirildiği anlatının üzerine çoğunluğu üniversite öğrencilerine ait olan ‘buluntu’ görüntüler yerleştirilmişti. Yükselen Hindu milliyetçiliğine karşı, eğitimin demoktarikleştirilmesi ve çağdaşlaşması için yapılan öğrenci eylemleri, mektuplaşan iki gencin imkansız aşkının harman olduğu bir fona dönüşüyordu. Bu imkansızlık, arabesk bir acıdan değil, Hindistan’ın kurulu kast sisteminin yarattığı sınıfsal uçurumdan kaynaklanıyordu.
Kapadia’nın sınıf anlatılarına meylinin tek filmlik olmadığını, sinemasının omurgasını oluşturduğunu söylemek için belki erken ama ilk kurmaca filmi “Aydınlık Hayallerimiz” (All We Imagine As Light) de aynı yoldan gidiyor. Hindistan’ın otuz yıl aradan sonra ilk kez Cannes’da ana yarışmada yer almasını sağlayan yapım, festivalden Büyük Jüri Ödülü ile dönmüştü.
En iyi bildiği yerden ve daha ilk dakikada elini, hikayesini, temasını açık ederek başlıyor anlatıya Payal Kapadia. Yalnızca Hindistan’ın değil, dünyanın en büyük şehirlerinden birisi olan Mumbai’den belgesel görüntüler üzerinde bindirilmiş seslerle açılıyor yapım. Tıpkı “Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece”de olduğu gibi… Ancak bu kez, emekçi halkın arasında dolaşıyor kamera ve ses bandından onların kentte dair düşünceleri akıyor. Bu kez mahşer kalabalığına ulaşmış bu kentte, yabancılaşmış, yalnızlaşmış emekçilere dair bir hikaye izleyeceğimizi anlıyoruz. Kapadia’nın kamerası Pazar yerlerinde, işyerlerinde, toplu taşım araçlarında gezinirken bir kadının hüzünlü ifadesinde durup kalıyor. Artık hikayemizin ana kahramanı Prabha’yı takip edeceğiz.
Görücü usulü evlendikten kısa süre Almanya’ya giden, en son bir yıl önce arayan birisiyle evlidir Prabha. Bir hastanede deneyimli hemşire olarak çalışmaktadır. Kent hayatının ağır koşulları nedeniyle aynı hastanede çalışan meslektaşı Anu ile ev arkadaşlığı yapmaktadır. Anu ise daha yirmili yaşlarının başında heyecanlı, hayatı yaşamak isteyen, aşkın peşinde koşmaktan çekinmeyen genç bir kadındır. Ve Müslüman bir gence aşıktır. Yönetmenin önceki filminin ana teması “imkansız” aşk burada da çıkar karşımıza. Prabha’nın hem kocasıyla evliliğinin hem de hastanede kendisini ilgi gösteren doktorla bir ihtimalin imkansızlığını görürüz. Anu, ülkede giderek yükselen din barajına takılır.
“Aydınlık Hayallerimiz” kent, emek ve yabancılaşma üzerine güçlü bir emekçi sınıf anlatısı sunuyor öte yandan. Bu iki kadının görece ‘iyi’ sayılabilecek işleri olmasına rağmen yaşamak zorunda kaldıkları hayatın günlük rutiniyle göstermiyor üstelik bunu sadece. Yalnızlık ve yabancılaşmanın hissedildiği güçlü bir görsel atmosfer de inşa etmeyi başarıyor. Durmadan yağan yağmurlar, Babil Kulesi gibi gökyüzüne yükselen güç gösterisi binalar, kalabalıklar içinde kayboluşlar bu atmosferin temelini oluşturuyor. Öte yandan hem kadın hem de belli ki alt kastlardan oldukları için hayatlarını değiştirme şansları yok denecek kadar az gibi ilk başta. Prabha ne kocasından boşanabilir ne köyüne dönebilir ne de ailesini bir kenara bırakabilir. Aynı şey Anu için de geçerli. Öte yandan film boyunca ikilinin ailelerini hiç görmeyiz. Ama varlıklarının karakterlerin üzerine çöktüğünü hissederiz.
Tam da bu noktada orta yaşların biraz üzerinde olan Parvaty karakteri anlatının başka bir ayağını temsil ediyor. Eşini kaybettikten sonra onlarca yıldır oturdukları evlerini de kaybetmek durumunda kalmıştır Parvaty. Çünkü ortada tapu yoktur. Ve müteahhitler tarafından tehdit edilmektedir. Yıllardır orada yaşadığının onlarca tanığı olmasına rağmen tapu yoksa, sen de yoksun denilmektedir kendisine. Filmin bu ayağı, emekçi sınıf anlatısını daha da güçlendiriyor. Sorunun aynı zamanda mülkiyetle ilgili olduğunu da anlıyoruz böylece. Kentin sahiplerinin orada yaşayanlar, çalışanlar, üretenler değil tapuların sahipleri olduğunu hatırlatıyor bize yönetmen. Parvaty ve Prabha’nın devrimci bir grubun toplantısında göründüğü an geliyor sonra. İlk kez gülümsediklerini ve güvende hissettiklerini görüyoruz.Bu sahne filmin geneli içinde bağlamına pek oturmuyormuş gibi görünse de, anlatının merkezine oturtmasa da karakterlerimizin mücadelenin politik yanlarıyla da ilgilendiğini anlıyoruz böylece…
Parvaty’nin her şeyden vazgeçip köydeki evine dönme kararı alması hikayeyi de başka bir noktaya götürüyor. Prabha ve Anu onun taşınmasına yardım ediyorlar. Bu karar daha sakin bir dünyaya taşıyor hikayeyi. Deniz kıyısındaki bu köy, Prabha ve Anu’nun biraz daha iç dünyalarına dönüp, kişisel kararlar alma ve hayata geçirmeleri için gerekli zamanı tanıyor onlara. Burada “kır/ köy” güzellemesine düşmüyor yönetmen. Mumbai’nin keşmekeşinde savrulup duran, zaman yaratamadığı, yabancılaştığı için kendilerine dönüp bakma fırsatı bulamayan karakterlerine birkaç sakin nefes fırsatı sunuyor. Bu nefes, birlikte olabilmek için koskoca kentte kendilerine uygun yer bulamayan Anu ve sevgilisi Shiaz’a doğanın olanaklarını ve geleceğe dair daha özgüvenli olmanın yollarını sunuyor. Prabha’ya, yıllardır üzerine düşünme fırsatı bulamadığı kocasıyla ilişkisini yeniden düşünme olanağı yaratıyor.
Bu üç emekçi kadın, dayanışarak, anlayış göstererek ve destekleyerek hayatlarının bir sonraki aşamasına taşıyorlar kendilerini. Hindistan’da alt kastlardan emekçi kadınların yalnızca sermayedarlar değil, aileleri, eşleri ve devlet tarafından maruz bırakıldıklarını izlerken aydınlık hayallerini korumaya devam etmelerine güçlü bir anlatı film.
Payal Kapadia, Mumbai’nin içinde savrulup duran üç kadının peşi sıra sürüklerken kamerasını ülkenin dini fay hatlarını, ağır feodal gelenekleri, kent rantını, emek sömürüsünü, imkansız aşkları ve mücadele olanaklarını da hikayenin içine büyük bir maharetle yerleştiriyor. Üstelik bütün fazlalıklarını dışarda bırakarak, hikayenin ve karakterlerinin organik birer parçası haline getiriyor bunları. Başka birisinin elinde ‘kaba’ duracak kimi temalar incelik katıyor filmin gücüne burada. Tıpkı büyük bir şairin dil işçiliği gibi örüyor anlatısını ve böylece karakterin varlığını ve hikayesini çok daha sahici kıldığı bir “şiirsel gerçekçiliğe” ulaşıyor!
Bitirirken Kani Kusruti (Prabha), Divya Prabha (Anu) ve Chhaya Kadam’in (Parvaty) minimal oyunculuklarının filmin güzelliğin önemli bir parçası olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim. “Aydınlık Hayallerimiz”, üç kadına, üç emekçiye ve aslında bir ülkeye yakılmış ağıt olarak ilgiyi hak ediyor. Son yılların en iyi filmlerinden birisi.