Bir ‘özkıyım’ hikayesi: Maria

Pablo Larraín ‘Jackie’ ve ‘Spencer’dan sonra ‘Maria’da da kırılgan dönemindeki popüler bir kadın karakteri anlatıyor. Ama yönetmenin anlatı tercihleri karakteri anonimleştirirken tıpkı öncekilerde olduğu gibi onu canlandıran oyuncuyu, yani Angelina Jolie’yi yüceltiyor!

Pablo Larraín arada bağımsızmış gibi görünen filmlere imza atsa da tematik olarak birbirleriyle konuşan yapımlarla çıkıyor karşımıza. Daha otuzlu yaşlarında kendisine dünya çapında tanınırlık sağlayan ülkesi Şili’nin diktatörü Pinochet dönemini ele aldığı üç filmi örneğin. İlki “Tony Manero” (2008), diktatörlük döneminde kendisini görünür kılmaya çalışan karanlık bir adamı anlatıyordu. Bir sonraki filmi “Post Mortem” (2010) faşizmin yarattığı bireyi ve bireyin faşizme uyum sağlama çabasını taşıyordu beyazperdeye. “No” (2012) ise Pinochet’in iktidarının devrildiği referanduma odaklanıyordu. Aralarda "The Club" (2015) ve "Ema" (2019) filmlerini çekse de son yıllarda biyografi filmlerine yoğunlaşmış durumda yönetmen.

2016 tarihli "Neruda" filmiyle başlayan bu süreçte aynı yıl “Jackie” ile de çıktı karşımıza. İlkinde Şilili büyük şair Pablo Neruda’nın 1940’lı yılların sonunda kaçak duruma düştüğü döneme odaklanıyordu. Ama film asıl Neruda’yı kafasına takmış Oscar adlı bir müfettişin dünyasına dairdi. İkinci film ‘Jackie’de ise ABD başkanı John F. Kennedy’nin suikasta kurban gitmesinin ardından eşi Jacqueline Kennedy'ye odaklanıyordu. Ayrı kalemlerin elinden çıkmış olsa da bu iki filmin ortak özelliği kısa bir döneme ve karakterlerin ruh haline odaklanmasıydı. Benzer yaklaşım sonraki filmlerde de devam etti. 2021’de bir dönemin en büyük popüler kültür figürü olan İngiltere Prensesi Diana’nın üç gününe odaklanan “Spencer” geldi. 2023 tarihli vasat Pinochet taşlaması “Kont”u sadece hatırlatmak yeterli olacaktır.

Bir ‘özkıyım’ hikayesi: Maria - Resim : 1

Şilili yönetmenin Pinochet takıntısı kariyerinin en başından bu yana var. “Neruda” ise biyografi filmlerinin ilki olarak ayrı bir yere sahip ve yukarıda belirtiğim gibi daha çok polis müfettişine dair. Sonrasındaki filmlerde karakterin belli bir dönemine odaklanmak, o dönemin buhranlı olması ve tarihsel gerçeklikten, karakterin toplumsal algısından azade yönetmenin (senaristin) yüklediği anlam üzerinden hikaye anlatımı temel özellikler olarak dikkat çekti. Bu hafta itibariyle salonlarda gösterime giren “Maria” da bu akışın devamı niteliğinde. "Kirli Tatlı Şeyler", "Şark Vaatleri", "Locke", "Aşk Tarifi", "Serenity" gibi filmlerin senaristi, Pablo Larraín ile “Spencer”da da çalışan Steven Knight’ın kaleminden çıkmış senaryo. Tıpkı o filmde olduğu gibi burada da karakterin kısıtlı bir dönemine odaklanıyor hikaye.

Bu kez odakta, efsanevi opera sanatçısı Maria Callas var. 1923’te New York’ta doğan, sonra ailesinin vatanı Yunanistan’a dönen. İkinci Dünya Savaşı’nın ağır koşullarını burada yaşayan, savaş sonrası İtalya’da ‘tesadüfen’ sahne aldığı bir operadaki muhteşem yorumuyla dikkat çekip bir anda şöhrete kavuşan gelmiş geçmiş en büyük sanatçılardan birisi Callas. Yalnızca sanatıyla değil kuşkusuz, aşklarıyla da gündemden düşmeyen bir isim. Yönetmenin film çekmeye değer bulduğu bir başka kadın “Jackie” gibi Arsitotle Onasis adlı milyarderle aşk yaşayan bir isim aynı zamanda.

Bir ‘özkıyım’ hikayesi: Maria - Resim : 2

Pablo Larraín’in anlattığı üç kadından ikisini bağlayan sadece bu değil kuşkusuz. Jacqueline Kennedy, Prenses Diana ve Maria Callas’ı hayatlarının en kırılgan döneminde, en zayıf anlarında anlamaya çalışan bir yorumla çıktı karşımıza yönetmen. Üç kahramanın da o anları öyle yaşadığına, akıllarından geçenlerin filmlerdeki gibi olduğuna dair bir ‘veri’ yok kuşkusuz. Ama Pablo Larraín ve hikayeyi kurduğu senarist ortakları söz konusu karakterlerin toplumsal gerçekliğinden çok kendi gerçekliklerinin peşine düşüyor. Onların neler yaşamış olabileceklerine dair çıkarımlarda bulunuyor. Yönetmenin filmlerini güçlü kılan da zayıf gösteren de bu tercih kanımca.

Ben en başından itibaren Pablo Larraín’in bu karakterlerin dünyasına yaklaşımına tam olarak dahil olamadım. Karakterin dünyasını anlamaya yönelik bir çabadan çok yönetmenin dünyasını o karakter üzerinden anlamaya yönelik bir dayatma olduğunu hissettim hemen hepsinde. Hal böyle olunca da bütün bu tarihi karakterler Pablo Larraín için araçsallaştırılıyormuş gibi geldi bana. Maria Callas’ın hikayesi de bundan azade değil.

Büyük sanatçının ölümüyle açılıyor perde. 1977 yılındayız. Paris’te bir opera sahnesi gibi tasarlanmış evin salonunda beyazlar içinde bir kadın yatıyor. Başucunda son döneminde en yakınında olan iki çalışanı var. Açılıştan sonra bir hafta geri gidiyoruz ve perde bir kez daha ölümle kapanana kadar geçecek süreci takip ediyoruz. Onassis ile yaşadığı büyük aşkın hayal kırıklığını tam olarak atlatamamış, kariyerinin sonuna gelmiş, sesi eski gücünü kaybetmiş bir kadın Maria. Bütün bu kayıpların farkında olarak kendisini ölüme götürecek yolları döşüyor bir yandan. Bu süreç boyunca kimi zaman Maria’nın hafızasından kimi zaman röportaj verdiği gazetecinin sorularından hareketle geçmişe gidiyoruz. Annesinin Nazi işgali sırasında kızlarını bıraktığı durumlar ve Onassis ile olan ilişkisi bu geri dönüşlerin temelini oluşturuyor.

Bir ‘özkıyım’ hikayesi: Maria - Resim : 3

Steven Knight’ın kalemi ve Pablo Larraín’in yorumu Maria Callas’ın büyük sanatının acıdan beslendiği ve hayatının son deminde bir kez daha o acıyı bulup çıkarmaya çalışmasıyla ilgili kanımca. Ancak artık bedeni izin vermiyor. Bu yaklaşım, yaratıcıların karakteri çok iyi anlayıp özümsediği anlamına gelse de seyirci açısından boşluklar oluşuyor. Çünkü bizim Maria Callas’a dair bilgimiz o kadar derinlikli değil. Hal böyle olunca tıpkı daha önceki filmlerde olduğu gibi burada da karakter giderek anonimleşiyor, isimsiz hale geliyor. Bu da ilginç bir dönüşümü beraberinde getiriyor kanımca. Gerçek karakterler anonimleştikçe, onları canlandıran oyuncular yükseliyor. “Bir üçleme” olarak ele alacak olursak, “Jackie”, “Spencer” ve “Maria” sinema tarihinde ne kadar büyük yer kaplayacak zamanla göreceğiz. Ama bu üç filmdeki kadınları canlandıran Natalie Portman, Kristen Stewart ve Angelina Jolie’nin kariyerlerinin en parlak performansları olarak şimdiden kayıtlara geçti bile.

Hazır oyunculuk bahsi açılmışken, Aristotle Onassis rolünde Haluk Bilginer’in kısa ve öz göründüğünü de not edelim. Pablo Larraín’in önceki biyografi yapımlarını sevenler “Maria”yı da bağrına basacaktır. Belki tam olarak Maria Callas’ın değil ama büyük bir divanın aklını merak edenler de izleyebilir!