İstanbul Film Festivali Günlükleri: Entelektüel krizler!

İstanbul Film Festivali’nin ilk günleri özellikle Berlin üzeri gelen yapımların hayal kırıklığıyla doluydu diyebiliriz. Bir de okumuş yazmışların kendilerine ve memleketlerine dair entelektüel krizleri dikkat çekti.

43. İstanbul Film Festivali devam ediyor. Yoğun program içerisinde basın gösterimleri ve sinema salonları arasında film koşturmacası da devam ediyor. Ne yalan söyleyeyim artık eskisi kadar yoğun bir seçki oluşturamıyorum son yıllarda. Her gün iki film ortalaması yetiyor. Günde 3-4 filmi izleme görevini genç meslektaşlarımıza devrettik. Şimdiye kadar görebildiğim filmler içerisinden birkaç tanesine dair kısa notlar düşmek istiyorum. Daha çok ‘entelektüel kriz’ başlığı altında bir araya gelebilecek birkaç film bu.

27021-1-little-girl-blue-web-1366x550.jpg

LITTLE GIRL BLUE

Fransız yönetmen Mona Achache’nin annesi yazar-oyuncu ve fotoğrafçı Carole Achache 2016’da intihar eder. Uzun yıllar annesinden kalan hiçbir eşyaya dokunamayan Mona, bir süre sonra binlerce fotoğraf, ses kaydı ve mektuptan mürekkep bir arşivin içinde bulur kendini. Annesinin tarihinden uzak durmuştur çünkü hem kaçtığı hem de bulmak istediği bir geçmiş söz konusudur. Anneannesi, annesi ve kendisi bir biçimde ‘ortak bir kederi’ de paylaşmaktadır. Ancak Carole’un ağırlığı film geçtikçe Mona’nın üzerine de çöker.

Yönetmen, belki de bu yüzden bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletmek için kurmacanın, temsilin olanaklarına da başvuruyor. Ve annesini canlandırması için Marion Cotillard’ı ikna ediyor. Böylece kayıtlardaki sözleri, mektuplardaki ifadeleri Cotillard’tan dinliyoruz bir noktadan sonra. Üstelik oyuncunun annesinin rolüne bürünme anlarını da göstererek bir temsil inşa ediyor yönetmen. Bu belli ki, geçmişin ağırlığı ve kişiselliğine mesafe koyabilmek için seçtiği bir yöntem. İşe yarıyor da. Cotillard’ın bizleri bir kez daha kendisine hayran bırakan performansı yalnızca Mona’yı değil, seyirciyi de rahatlatıyor bana kalırsa.

Çok zengin bir materyali, çok kişisel bir hafızayı, ağır ve zincirleme bir travmayı ustaca ilmek ilmek işliyor Mona Achache. Yalnızca annesinin izini sürüp kendisini bulmuyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasından bugüne üç kuşak kadının dünyasını Fransa’nın (Avrupa’nın) tarihinin içinde anlamayı da başarıyor.

202414781-2-rwd-1380.jpg

DAHOMEY

Daha iki ay önce Altın Ayı kazanan bir başka Fransız belgeselci Mati Diop’un “Dahomey”i için bu yukarıdaki kadar övgü dolu cümleler sarf edemeyeceğiz maalesef. Diop’un çok iyi bir yönetmen şansı olduğunu düşünüyorum. Zira “Atlantique” filmi de 2019’da Cannes’da Büyük Ödül kazanmıştı. Ve fakat filmin fazla abartıldığını düşünenlerdenim. Her iki filmin de beyaz Avrupa’nın ‘kara kıta’da yaptıklarına karşı suçluluk duygularının bir sonucu olarak böylesine büyük teveccüh gördüğünü iddia edeceğim. Bu yorumumu abartılı bulanlar Almanya’nın İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım karşısındaki pozisyonuna bakarak suçluluk duygusuna bağlı vicdan aklama çabasının nerelere varabileceğine bakabilir!

“Dahomey” en iyi ihtimalle daha katmanlı bir çalışmaya kaynak bulmak için çekilmiş ‘demo’ olmaktan öte bir yapım değil. Benin’den 1892 yılında Dahomey Krallığı’ndan kaçırılan yedi bin parça eserden 26 tanesi 2021 yılında ülkeye geri getirilir. Film bu 26 parça eserin, Fransa’dan özenle sandıklara yüklenmesi, Benin’e getirilmesi ve buradaki tartışmaları gösteriyor. Yönetmenin elindeki en güçlü malzeme eserlerin getirildiği dönemde bir üniversitede öğrencilerin düzenlediği forum. Bu forumda tarih, kültür, sömürge üzerine farklı tartışmalar inşa ediliyor. Kimi öğrenciler eserlerin gerçek mekanlarında değil de yine bir müzede sergilenmesinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söylerken, kimiler tarihleriyle ilk kez bağ kurma fırsatı bulduklarını dile getiriyorlar. Öğrencilerin bu dağınık sohbetinin arasına serpiştirilmiş eser görüntüleri parçalı bir yapı oluşturuyor öte yandan. “Dahomey” sömürgecilik, yağmacılık, tarih, aidiyet, kimlik, dil, sanat, müzecilik vb. birçok meseleye dairmiş gibi yapsa da hiçbirisine ciddi yaklaşım sergilenemiyor. Zaten bu başlıkları da yönetmen değil, öğrenciler veriyor seyirciye.

26977-1-a-traveler-s-needs-web-1366x550.jpg

BİR GEZGİNİN İHTİYAÇLARI

Hazır söz Berlin jürisinden açılmışken yine bu yıl Berlin Büyük Jüri Ödülü sahibi “Bir Gezgin’in İhtiyaçları”na da değinelim. Sadece 2020’li yıllarda ikisi kısa metraj tam on bir filme imza atam Koreli yönetmen Hong Sang-soo’nun programda yer alan ikinci filmi “Bir Gezginin İhtiyaçları”. Diğeri ise “Suyun İçinde”. Tabii bu kadar çok film çekince yönetmenin yapımlarından büyük teknik özellikler beklemek de haksızlık olur! Bilinçli olarak özensiz yerleştirilmiş gibi duran bir kamera, ham görüntü hissi veren bir ışık ve uzun planlar bu seri üretimin kodları olarak dikkat çekiyor. Ama kendisine has mizahının hakkını da yemeyelim. “Bir Gezgin’in İhtiyaçları” Isabelle Huppert’in canlandırdığı kadının bir gününe odaklanıyor. Nereden ve neden Kore’de olduğunu anlamadığımız bu kadın kendi yöntemleriyle Fransızca dersleri veriyor. Ders verdiği insanların birbirini tekrar eden rutinlerinden, dil ve kültür çatışmalarından üretilmiş komedi yer yer işliyor. Ancak hem hikayenin hem de görsel dünyanın tekdüzeliği ancak böylesi minimal anlatıları ve yönetmenin sinemasını sevenlerin tatmin olacağı bir film haline getiriyor yapımı. Filmde kadının evinde kaldığı gencin söylediği gibi “seküler dünyada aydınlanmayı arayan bir kadın” ise eğer kahramanımız, insanlığın iş zor demektir. Hong Sang-soo kendine has sinema yapıyor ve belli ki Berlin Jürisi bu tadı sevmiş.

27113-1-movie-teller-web-1366x550.jpg

FİLM ANLATICISI KIZ

2000’lı yılların başında “Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca” ve “Wilbur Ölmek İstiyor” filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz Danimarkalı yönetmen Lone Scherfig, ülkesinden binlerce kilometre uzağa götürüyor bizi bu kez. Hernán Rivera Letelier’ın romanından uyarladığı “Film Anlatıcısı Kız” ( La Contadora De Peliculas), Şili’nin en umutlu, en zorlu yıllarını sinema tutkusunun gölgesinde anlatıyor.

1966 yılında Atacama çölünde kurulu bir fabrika kasabasındayız. Anne- baba, üç erkek ve bir kız çocuktan mürekkep çekirdek ailemiz mutlu mesut yaşarken bir dizi talihsizlik onları yoksulluğa sürüklüyor ve çok sevdikleri Pazar günlerinde sinemaya gitme ritüellerini gerçekleştiremez hale geliyorlar. Çare olarak her hafta çocuklardan biri gönderilir sinemaya ve eve gelip filmi canlandırarak anlatması istenir. Üç büyük erkek çocuk bu işi kıvıramayınca, evin en küçüğü Maria gider son olarak. Dönüşte filmi o kadar güzel anlatır ki, bir süre sonra sinemaya gidemeyen herkes ondan izlemek içinde para ödemeye başlar.

“Film Anlatıcısı Kız”, bir yandan dönemin ağır sömürü koşullarının bir aileyi adım adım parçalayışını, diğer yandan da bununla baş etmek için sinemanın tutunacak dal haline gelişini anlatıyor. Arka planda Allende’nin iktidara gelip oradakiler için umut olması, ardından gelen askeri darbeyle her şeyin paramparça oluşunu görüyoruz. Bir yanıyla da büyüme öyküsü aynı zamanda film.

Türkiye’nin siyasi tarihi neoliberal politikaların dayatılması ve darbeler düşünüldüğünde Güney Amerika ülkeleriyle çok benzetilir. Özellikle de Şili ve Arjantin’le. Ancak bu iki ülkede de darbeler ve sonuçlarına dair çok güçlü yapımlar çıktı. Oysa bizim sinemamızda bunu söylemek zor.

“Film Anlatıcısı Kız”ı izleyip de yönetmeninin Danimarkalı olduğunu görünce birden aklıma geldi. Acaba futbolumuzu kurtarmak için yabancı hakem gündemdeyken, memleketin kanlı tarihiyle hesaplaşacak eli yüzü düzgün yapımlar için de yabancı yönetmen mi transfer etsek!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şenay Aydemir Arşivi