Şenay Aydemir
Film Festivali Günlükleri 2: Aile çözülüyor!
İstanbul Film Festivali’nde sonlara doğru ilerlerken dikkatler de ulusal yarışmaya çevrildi haliyle. Bu yazı kaleme alındığı sırada bu kategoride üç film seyirciyle buluşmuştu. “Son Hasat”, “Rosinante” ve “Suyun Üstü”ne dair kısa notlar paylaşalım. Bonus olarak da Levan Akın’ın İstanbul’da geçen yarı ‘yerli ve milli’ filmi “Geçiş”e dair birkaç kelam edelim.
SON HASAT
Bu filmlerden ilki prömiyerini Toronto’da gerçekleştiren Cemil Ağacıkoğlu’nun yönettiği “Son Hasat”. Ağacıkoğlu’nun 2011 tarihli ilk uzun metrajı “Eylül”ü çok beğenmiştim. Ancak ardından çektiği “Özür Dilerim”, “Tarla” ve “Kafes” yalnızca yönetmenin kronik sorunu olduğunu düşündüğüm hikaye zaaflarından mustarip değildi. Aynı zamanda “Eylül”deki görsel zanaatın çok altına düşmüş yapımlardı bana göre. “Son Hasat” bu gerilemelerin ardından ileriye doğru atılmış büyük bir adım Ağacıkoğlu sinemasında.
Her ne kadar hikayesi zaaflar barındırmaya devam etse de, son dönemin görsel dünyası en etkili yapımlarından birisine imza atmayı başarıyor yönetmen. Burada bir dikkat çekelim. Çoğu zaman filmlerin geçtiği mekanların görsel olanakları etkileyici olsa da genel anlatıya, hikayeye hizmet etmekte sıkıntılar yaşanabiliyor. Hatta ikili bir dilin ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Burada da filme ev sahipliği yapan coğrafya görsel olarak çarpıcı ve olanaklarla dolu. Buna bir de Ağacıkoğlu’nun fotoğraftan gelen bir yönetmen olduğu eklendiğinde ortaya çıkabilecek etkiyi tahmin etmek zor değil. Ve fakat burada seçilen mekanın görselleştirilmesi, kadrajın inşası ve hikayenin kadrajda karşılık buluşu birbirini ustaca tamamlıyor. Arkaik bir üretim modelinin, mafyatik bir ekonominin, kendini bulmaya, aileyi bir arada tutmaya çalışan iki genç insanın daralan ve genişleyen ufaklarını sığdırabildiği görsel dünya inşa etmeyi başarıyor Ağacıkoğlu elindeki malzemeyle. Bu bakımdan görüntü yönetmeni Emre Pekçakır’ı da anmadan geçmeyelim. Başrol oyuncusu Hilmi Ahıska da kayıtlara geçecektir.
ROSİNANTE
Tokyo Film Festivali’nde ilk gösterimi gerçekleştirilen “Rosinante”nin çekirdek ailesinin yedi yaşına girmek üzere olan Emre adlı bir çocukları da var. Salih ve Ayşe belli ki eğitimli, üniversite okumuş genç bir çift. Oğulları Emre, hiçbir fiziksel nedeni olmamasına rağmen konuşmamaktadır hala. Ayrıca ikilinin ciddi ekonomik sorunları var. Ayşe, mimar olmasına rağmen telefonda insanlara sigorta satmaktadır, Salih ise iş aramaktadır. Üstüne bir de taşınmak zorundadırlar. Bu çekirdek ailenin Rosinante adını verdikleri küçük motosikletleri yolcu taşıyıp para kazanmak için bir fırsat sunar. Ancak hayat kolay değildir.
Baran Gündüzalp bu ilk uzun metrajında güncel ve yakıcı bir meseleye odaklanıyor aslında. Özellikle son 15 yılda kurumsal işlerin çözülmesi, güvencesiz ve uzaktan yapılabilen işlerin artmasıyla ‘beyaz yaka’ dünyasında ciddi değişimler söz konusu. Üstelik ücretler de ciddi oranda azalmış durumda. Türkiye gibi ülkelerde eğitimli olmak, bir refah düzeyi tutturabilmek için yeterli değil artık. İşte sayıları milyonları bulan bu ‘sınıf’a dair bir anlatı kurmak istiyor film. Ve fakat bunu yaparken merkeze koyduğu aile çok stilize kalıyor, yer yer
‘laboratuvar ortamı’ hissi uyandırıyor.
Kendileri dışında kimseyle bağ kurmayan, eşi dostu arkadaşları yokmuş gibi görünen bu aileye inanmak da o kadar kolay olmuyor haliyle. Ayşe’nin annesiyle telefonda konuştuğu, Salih’in ‘bir arkadaşıyla rakı içtiğinin ima edildiği’ anlar dışında toplumsal bir temas söz konusu olmuyor bu aile için. Oysa bu kesimler, aynı zamanda oldukça da sosyaller. Anne babalarından farklı olarak çocuk sahibi olduklarında da bu devam ediyor bu durum. Oysa buradaki aile doğru bir temsil olmasına, gerçek problemlere parmak basılmasına rağmen hikaye bir türlü ikna edici olamıyor.
Evin oturmamış hali, sürekli bir toplanma zorunluluğu ve belirsizliği güçlü bir imge olarak anlamlı olsa da, fazla tekrar ediliyor. Buna bir de 40 ila 80. dakikalar arasındaki ritim problemi eklendiğinde daha da
bocalıyor anlatı.
Rosinante’nin çalındığı ve 75 yıl sonra bile “Bisiklet Hırsızları”nın ruhunun
dipdiri olduğunu gördüğümüz finale doğru toparlasa da bu üç kişilik hikaye, toplumsal bir temsile, bir çağ yangını anlatısına dönüşemiyor maalesef.
SUYUN ÜSTÜ
Aslıhan Ünaldı’nın yazıp yönettiği “Suyun Üstü”nde de ise aile bireyleri biraz daha artıyor. Bu kez eğitimli olmanın sınıf atlamak için fırsatlar sunduğu dönemde kurulmuş bir aileye konuk oluyoruz. Gerçi film aralarına serpiştirilmiş kimi anlardan bu ailenin ‘burjuvalığı’nın yalnızca eğitimden değil, köklerden de geldiği hissine kapılmıyor değiliz. Zeynep, deneyimli bir gazeteci olan babası Yusuf’un hapse girme ihtimale üzerine Amerikalı eşiyle birlikte Ege kasabasında ailesiyle buluşuyor. Kız kardeşi Yasemin ve babasından boşanmış olan annesi Alev ile birlikte bir tekne gezisine çıkıp dağılmış ailenin yeniden temas kurmasının olanaklarına bakılacaktır.
Adana Altın Koza’da da seyirciyle buluşan yapım, yer yer güçlü olsa da bu tür ‘orta üst sınıf’ anlatıların kaderinden kurtulamıyor maalesef. Bizde bu sınıflara dair anlatıların büyük bir kısmı ‘varoluşsal’ sorunlarının fazla ciddiye alınmasından mustarip ekseriyetle. Oysa dünya sineması bunun tersi örneklerle dolu. Orta sınıf ‘endişe ve hezeyanlarıyla’ dalga geçmek bütün dünyada bir amentüye dönüşmüşken ve üstelik bunu o sınıfın içinden çıkıp gelen yönetmenler yapıyorken, bizde o kadar ciddiye alınıyor ki her film anlattığı ‘dramın’ parodisine dönüşüyor en nihayetinde.
Hal böyle olunca burada da Zeynep’in Amerikalı kocasıyla olan problemlerinin, Yasemin’in öfkesinin ve hatta Yusuf’un cezaevine girme ihtimalinin ciddiye alınır bir tarafı kalmıyor. Çünkü film, meselenin kendisini, onu mesele etmesi gerekenlerden çok daha ciddiye alıyor kimi anlarda. Yusuf’un üzerindeki politik baskı da ailenin fiziki olarak bir araya gelmesi için bir gerekçe olmaktan öteye gidemiyor haliyle.
GEÇİŞ
“Ve Sonra Dans Ettik” ile pek sevilen Levan Akın’ın yeni filmi “Geçiş” de festivalin konuşulan yapımları arasında. Tabii ki ulusal yarışmada değil ama filmin neredeyse tamamı İstanbul’da geçtiği için ona dair de bir iki kelam etmeden geçmeyelim. “Geçiş” Gürcistan’ın Türkiye’ye sınır kenti Batum’da açılıyor.
Emekli edebiyat öğretmeni Lia, kardeşinin ona emanet ettiği ve çok sevdiği yeğeni Tekla’yı bulmak için yolunun kesiştiği Achi ile birlikte İstanbul’a geliyor. Transların yaşadığı evlerde yaptığı aramalar boşa çıkınca umutsuzluğa kapılıyor ilk önce. Ancak Achi’nin tesadüfen tanıştığı trans hakları için mücadele eden avukat Evrim’le yolları kesişince yeni bir umut doğuyor. Lia bir yandan İstanbul’u keşfederken, diğer yandan da yeğenine dair ipuçlarını birleştirmeye çalışıyor. Her ne kadar Tekla’ya dair bir ize ulaşamasa da önyargı ve korkularıyla yüzleşip hesaplaşma fırsatını sunuyor bu yolculuk Lia’ya.
“Geçiş”, yönetmeninin de ifade ettiği gibi LBGTİ+ bireylerin ailelerinin
dünyasına bakma iddiasını güçlü bir şekilde yerine getiriyor aslında. Lia’nın yolculuğu yalnızca onun değil, onunla birlikte bu serüvene davet edilen seyircilerin de önyargılarını sorgulanmasının yolunu açıyor. Ancak, filmin bu hikayeyi kurarken seçtiği görsel dil o kadar eski, oryantalist ve klişe ki “yazık olmuş” demek geliyor içimizden.
Müzik kullanımından Beyoğlu’nun görselleştirilmesine kadar her şey 90’lar sonu 2000’ler başı estetiğiyle yüklü. Levan Akın sanki soyaddaşı Fatih Akın’ın “Köprüyü Geçmek” belgeseli ile “Yaşamın Kıyısında” filminin Beyoğlu’nda geçen bölümlerini izlemiş “üstüne koyulacak bir şey yok” deyip aynını yapmış gibi hissettiriyor.
Belli ki memleketin şarkılarını türkülerini de çok sevmiş ama yerli yersiz kullanımlar yalnızca kulağı tırmalamıyor, filmin duygusunu akamete uğratıyor. Durduk yere bir yerden Selda Bağcan türküsü çıkması, hiçbir bağlama oturmadan dokunaklı bir şarkının duyulması hikayenin o anki bağlamından bambaşka bir şey söylüyor kimi yerlerde. Levan Akın film için “İstanbul’a aşk mektubum” demiş. Biz o mektubu okuduk, pek etkilenmedik. Ama belki İstanbul etkilenmiştir!