Baskın Oran
1915’e ne isim vermeliyiz?
Hafta başında Ermenistan’dan şaşırtıcı bir haber geldi. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, 1915'e ilişkin "Büyük Felaket" (Meds Yeghern) terimini kullandığı için muhalefet tarafından "Ermeni Soykırımı'nı inkâr etmek”le itham edildi
Şaşırtıcı diyorum, çünkü Ermenistan Ermenileri 1915 için ağırlıklı olarak Meds Yeghern terimini kullanagelmişlerdir. “Soykırım”ı kullanan, esas olarak Ermeni diasporasıdır.
Biz de dört arkadaş Aralık 2008’de yayınladığımız, yaklaşık 33.000 Türk tarafından imzalanan “Özür Diliyorum” başlıklı metinde “Büyük Felaket” terimini kullanmıştık:
“1915'de Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”
Bu metne karar verirken iki noktayı dikkatle tartışmıştık ve sonunda şu karara varmıştık:
1) “Özür diliyoruz” değil “Özür diliyorum” demeliyiz çünkü bu metin imzacıların özrü olacaktır; başkalarını bağlamamalıdır;
2) 1915’te yaşananlar için “soykırım” yerine Ermenistan’ın ve Ermenistan Ermenilerinin kullandığı “Büyük Felaket” terimini kullanmalıyız.
Yine de Türkiye’nin malum durumu icabı, sağ cenahtan yoğun ölüm tehditleri ve devletten de şiddetli tepkiler gelmişti. Ör. Başbakan R. T. Erdoğan, "Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti'nin böyle bir sorunu yok" demişti
***
Bunca yıl sonra, her iki noktada da çok doğru yaptığımızı düşünüyorum. Özellikle de “soykırım” yerine “Büyük Felaket” terimini kullanarak.
İki sebeple:
1) Bir kere ve öncelikle, “Soykırım” kelimesi Türkiye’de derhal “Yahudi soykırımı”nı çağrıştıran bir terim. Hitler Almanyası’nın planlayarak işlediği bu katliam sonucu yaklaşık 6 milyon Yahudi sadece ve sadece Yahudi oldukları için devlet tarafından sistematik biçimde öldürüldü. Buna bizde de duyulan büyük tepki, Türkiyeli insanın “soykırım” kelimesini işittiği anda kulaklarını otomatik bir tamponla kapatarak artık dinlemeyi bırakması sonucunu doğurmakta.
Ve bu yüzden, 1915’in enine boyuna tartışılması imkansızlaşmakta.
Oysa, 1915-16 döneminde yaklaşık 800.000 Osmanlı Ermenisi’nin öldürülmüş ve/veya çok kötü koşullara maruz bırakılmak sonucu hayatını kaybetmiş olması, mutlaka enine boyuna incelenmesi ve tartışılması gereken bir olay.
2) Yahudi ve Ermeni olayları birbirinin aynısı değil.
Osmanlı’da 1840’lardan önce “Ermeni meselesi” diye bir şey yok. Çünkü Batı (İstanbul) Ermenileri Osmanlı’ya entegre olmuşlar ve rahatları yerinde, Anadolu Ermenileri ise yerel aşiret reislerine (devlete ödedikleri vergilere ek olarak) vermek zorunda bırakıldıkları yıllık haraç sayesinde tarım ve ticaret faaliyetlerine devam ediyorlar.
Ne zaman ki Kürtlerin başlıca lideri Bedirhan Bey , ayrıntıya girmiyorum, isyan edip 1847’de Girit’e sürüldükten sonra doğuda halk kaosa düşüyor ve tabir caizse o zamana kadar her yıl altın yumurtlamakta olan tavuğu kesmeye koyuluyor. Malları talan ve ayrıca ırza tecavüz, kaçırma, ne ararsanız.
Perişan Doğu Ermenileri İstanbul’a başvuruyorlar. Fakat entegre olmuş İstanbul Ermenileri ile Patrikhane’nin gözünde onlar köylüden ibarettir.
Babıali de kılını kıpırdatmaktan korkacaktır çünkü 1839 Tanzimat’ta “bütün tebaa”nın eşitliği ilan edilince Müslümanlarda büyük tepki doğmuş vaziyettedir.
Bu durumda Doğu Ermenileri kendilerini yapabildikleri kadar (çünkü Gayrimüslimlerin silah taşıması yasaktır) müdafaa etmeye çalışacaklardır. Ve komşu Çarlık Rusyası’na da gün doğacaktır.
***
O sırada iki çok önemli olay vukua gelir.
1) Şeyh Şamil isyanının 1859’da Ruslara yenilmesi üzerine Güney Kafkasya halkları Osmanlı’ya silahlarıyla birlikte iltica etmişler ve yerleştikleri Anadolu’da en kolay karın doyurma yolunu buradaki Ermenileri soymakta bulmuşlardır.
9 yaşında tehcire gönderilen ve 91 yaşında ölmeden önce teybe okuduğu anılarını 2005’te yayınladığım (M.K: Adlı Çocuğun Tehcir Anıları, 1915 ve sonrası) Adanalı Manuel Kırkyaşaryan’ın, çektiği onca acıya rağmen en ufak kin üretmeyen bir tabiata sahip olmasına karşın, kimseden değil ama babasını bir gece döverek öldüren Çeçenlerden çok şikayet etmesi anlamlı olsa gerektir.
2) Nazi Almanyası’nın aksine Osmanlı devleti, “Millet-i Mahkume” dediği Gayrimüslimleri ikinci sınıf tebaa saymıştır ama, belkemiğini oluşturan Millet Sistemi icabı korumuştur da; çünkü bunlar Millet-i Hakime’nin “zimmeti”ndedir. Zımmi diye anılmaları da bundan. Fakat Osmanlı devleti de iki biçimde Ermeni vatandaşlarını öldürüyor.
Birincisi, “Bavê Kurdan” (Kürtlerin Babası) diye anılan II. Abdülhamit, Sünni ve büyük Kürt aşiretlerinden 1890’da oluşturduğu Hamidiye Alayları’nı o sırada Batılı ülkelerin Doğu Anadolu’daki kargaşa sayesinde Osmanlı’yı zayıflatmak için kullanmaya giriştiği, Çarlık Rusyası’nın da silahlandırmaya başladığı Ermeni çetelerinin üzerine salıyor.
İkincisi ve çok daha vahimi, İttihat ve Terakki’nin Türkçü-Turancı kanadı, 1908’de iktidara el koyduktan sonra 14 Mayıs 1915 Tehcir Kanunu’nu çıkaracak ve Dr. Bahaddin Şakir gibilerin eliyle Doğu Ermenilerini Tehcir sırasında perişan etmeye girişecektir.
Çünkü bu şahıslara, ideolojilerini uygulamalarına olanak tanıyan çok önemli bir dış politika olayı patlak vermiştir: Rusya’yla imzalanan Şubat 1914 Yeniköy Antlaşması, doğuda reform yapılması için, bugünkü Türkiye’nin yaklaşık yarısını oluşturan yedi vilayeti iki Batılı Umumi Müfettiş’in yönetimine bırakmaktadır.
Bu, Rusya sınırına bitişik bir teritoryal özerklik demektir ve daha da önemlisi, B. Britanya’nın baskısıyla ortadan kaldırılan 1878 Ayastefenos’ta olduğu gibi, doğuda reform açısından yine Rusya’ya sorumlu kılınmıştır Osmanlı.
Çünkü geliyorum diyen I. Dünya Savaşı ortamında B. Britanya artık Almanya’dan korktuğu için, onu doğudan kuşatan Rusya’nın elini serbest bırakmaktadır.
Bu ortamda İttihat ve Terakki, sadrazamın bile haberi olmadan Kasım 1914’te savaşa girecek ve Aralık 1914’te Umumi Müfettişlerin işine son verdiğini ilan edecektir. Amacı, orta vadede Ermeni meselesinden, uzun vadede de Şark Meselesi’nden kurtulmaktır. Yöntem de, doğudaki Ermeni nüfusundan kurtulmaktır.
***
1915’e ne isim vermeliyiz’den kalkıp nerelere gittik. Başa dönüp bitirelim:
Savcılıklar artık “soykırım” kelimesinin düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmekte ve kovuşturma açmamaktadır.
“Ermeni Soykırımı” terimini kullanmak, Yargı tarafından defalarca “ifade özgürlüğü” gerekçesiyle, son olarak da Şubat 2024’teki Diyarbakır Barosu eski yöneticileri davasında beraat ettirilmiştir. Fakat malum Türkiye ortamında insanlar çekinmekte ve en fazla “Ermeni kırımı” terimini kullanmaktadırlar.
En doğrusu, Cumhuriyet döneminin başlarında kullanılan “Ermeni Kıyımı” terimini benimsemektir.
Baskın Oran: 1945 İzmir. Uluslararası ilişkiler emekli profesörü. Özellikle azınlıklar üzerine çalışıyor. 1968’de bitirdiği SBF’de (Mülkiye) asistanken 1971 ve 1980 cuntaları tarafından toplam 9 yıl üniversiteden atıldı, her seferinde Danıştay’da kazanarak döndü. 1999-2009 arasında Avrupa Konseyi ECRI nezdinde ulusal irtibat görevlisi idi. Ekim 2004’te Başbakanlık İHDK’nın Azınlık ve Kültürel Haklar Raporu’nu yazınca mahkemeye verildi ve beraat etti. 2006’da erken emekliliğini isteyerek Oxford (2006) ve Harvard’da (2009) dizi konferanslar verdi. Aralık 2008’de Ermenilerden Özür Kampanyası’nı başlatan 4 kişi arasında yer aldı. Genelkurmay başkanına (2009), cumhurbaşkanına (2017) ve içişleri bakanına (2018) davalar açtı ve kaybetti. Nisan 2013’te Kürt Barışı çerçevesinde Akil İnsanlar Ege heyetinde bulundu. Ocak 2016’da 1.128 akademisyenin Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisini imzalayanlardan biriydi. Mülkiye’deki lisansüstü dersleri Temmuz 2016’daki OHAL’den sonra kaldırıldı. 1985’te başlayan haftalık yazıları günümüzde Agos ve Artı Gerçek’de çıkıyor. 90’ı aşkın bilimsel makalesi ve 3’ü yurt dışında da olmak üzere 26 kitabı yayınlandı (https://baskinoran.com/).