Ümit Kardaş
1961-1971: Yeni bir askeri müdahaleye doğru
Anayasal düzeyde uzlaşma sağlayabilmiş toplumlar kadim sorunlarını önemli ölçüde çözerek toplumsal enerjilerini gelişme ve kalkınma yönünde seferber edebildiler. Türkiye ise neredeyse 143 yıldır uzlaşma ve barış koşulları içinde yaşayabileceği bir Anayasayı oluşturamamış durumda.
Yalancı baharlarla geçen bu sürede farklılıklarla birlikte yaşama konusunda uzlaşma sağlanamadı. Anayasa yapma süreçlerine toplumun katılması düşünülmediğinden anayasal metinlerin toplumsal meşruiyeti olmadı. Ayrıca yapılan Anayasaların hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemelerine pratikte uymama alışkanlığı normalleşti.
Siyasi, hukuki ve ekonomik çöküşün bir arada yaşandığı bu dönemde, artık eskinin referans alınmadığı yeni bir toplumsal sözleşmenin boş bir sayfaya uzlaşılarak yazılması ihtiyacının ortaya çıktığı açık.
Türkiye’nin gündemini önümüzdeki süreçte uzlaşmaya dayalı Anayasa inşası tartışmaları meşgul edecek. Uzlaşmaya dayalı anayasanın hangi yöntemle inşa edileceği ve muhtevasının nasıl oluşturulacağını açıklamadan, niçin bu noktada bulunduğumuzu anlayabilmek için geçmişteki anayasal hareketlere bakmanın yerinde olacağı kanısındayım.
Daha önceki yazılarımda Osmanlı Anayasacılığından 1960 askeri darbesine kadarki süreci anlatmış olduğumdan bu yazımda 1961’den sonraki süreçten söz edeceğim.
1961 Anayasasının kabulünden sonra 15 Ekim 1961 tarihinde yapılan seçimlerde oyların üçte ikisi DP’nin devamı olan partiler tarafından kazanıldı. CHP ise %36 oy aldı. Oysa Ordu, CHP’nin tek başına hükümet kurmasını istiyordu. Türkiye zorunlu olarak ilk kez koalisyonla yönetilecekti.
Ordu içindeki cuntalar meydana gelen sonuçtan rahatsızdılar. Seçimlerden hemen altı gün sonra İstanbul’da 10 general ve 28 albay tarafından "21 Ekim Protokolü" imzalanır. Protokolün hedefi meclisin açılma günü olan 25 Ekim’den önce bütün siyasi partileri yasaklamak, seçim sonuçlarını iptal etmektir.
Protokolü imzalayanlar askeri darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’ni (MBK) lağvetme tehdidinde bulunurlar. Bu taleplerin gerçekleşmemesi durumunda genç subayları engellemenin mümkün olmayacağı söylentisi yayılır. (Feroz Ahmad – Demokrasi Sürecinde Türkiye)
Ankara’da gerilim had safhaya ulaşırken 20 Ekim 1961’de seçimde çoğunluğu oluşturan Adalet Partisi (AP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP), İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil’den cumhurbaşkanı adayı olmasını isterler.
"21 Ekim Protokolü"nden habersiz olan Başgil, 23 Ekim’de Ankara’ya gelirken yolda ve istasyonda kendisini destekleyenlerce coşkuyla karşılanır. Ancak gelişmelerden habersiz olan Başgil, 24 Ekim’de Başbakanlığa davet edilir. Kapıda kendisini Fahri Özdilek (MBK üyesi-Bakan) ve Sıtkı Ulay (Kara Harp Okulu Komutanı- Bakan) karşılar. Karşılayanlardan Sıtkı Ulay silahlıdır.
21 Ekim Protokolü’nden habersiz olan Başgil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceğinin görüşüleceği bir toplantı olacağını düşünür. Bu toplantıda Türkiye’nin yenileşme, gelişme ve kalkınma gayretlerinden söz eder, Japonya’yı örnek verir. İç çekişme ve çatışmalar yerine milli sorunlar üzerinde odaklanıp kalkınmak gerektiğinden söz eder.
Kendisine Cemal Gürsel karşısında adaylığının uygun olmayacağı bildirilir. Başgil şaşkındır. Kendilerine şunları söyler: "İktidarı, seçimlerde kazanacaklara teslim edeceğinize söz verdiniz. Hatta yemin ettiniz. Ben buna inanarak Cenevre’den kalktım geldim. Sizlere yakışan verdiğiniz sözü tutmaktır. Seçim demokrasinin gösterdiği tek yol budur. Padişahlıkla Cumhuriyet arasındaki fark da buradadır."
Başgil’in sözlerine karşılık Fahri Özdilek, "Biz de demokrasi dedik durduk ve seçimlere öyle girdik. Seçimlerden çıkan netice bu mu olmalıydı?" şeklinde cevap verir. Ayrıca adaylıkta ısrar ettiği takdirde ülkenin kaosa sürükleneceği belirtilir. Bunun üzerine Başgil, adaylıktan çekilir, senato üyeliğinden istifayla birlikte ülkeyi de terk eder.
Başgil'in Başbakanlık'ta tehdit edildiği gün Çankaya'da da önemli bir toplantı yapılır. Bir gece önce kendi aralarında toplanan dört siyasi parti lideri, Çankaya'da, Cemal Gürsel başkanlığındaki bir toplantıya katılırlar.
Toplantıda Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanı da bulunmaktadır. Siyasiler yeni bir darbe tehdidiyle "Çankaya Protokolü"nü imzalamak zorunda kalırlar. Parti liderleri 27 Mayıs’ın meşruluğunu tanıma, Demokrat Parti zihniyetini sürdürmeme, Atatürk devrimlerini koruma, partizanlığı önleme, bölücü akımlara karşı koruma, dış politikada zararlı tartışma açmama gibi noktalarda ordu önünde söz vermek durumunda kalırlar.
Bu gelişmeler sonucu Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçilir, koalisyon hükümetini başbakan olarak İsmet İnönü kurar. 1962 ve 1963’de Albay Talat Aydemir’in başarısız darbe girişimleri cuntaların gücünü gösterirken, bu gelişmeler alt rütbedeki subayları kontrol altında tutma karşılığı olarak üst düzey komutanlara demokratik siyaset üzerindeki vesayetlerini güçlendirme fırsatı verir.
Ülke 1965 yılına kadar başında İsmet İnönü ve Suat Hayri Ürgüplü’nün bulunduğu koalisyonlarla yönetildi. 1965 yılında iktidara tek başına gelen Süleyman Demirel liderliğindeki AP, 12 Mart 1971’e kadar iktidarda kaldı.
Siyasetçilerin askere vermiş olduğu taviz daha sonraki askeri müdahalelerin doğmasına ve siyaset üzerindeki askeri vesayetin daha da koyulaşmasına neden oldu.
Bir askeri darbenin ürünü olan 61 Anayasası ileri demokrasiye adım atma konusunda önemli düzenlemeler getirmekle beraber askeri gücü siyasi güce ortak etmesi ve çift başlılık yaratacak kurumlara yer vermesi bu olumlu yanını gölgelemiştir.
61 Anayasası, o tarihe kadar yapılan anayasaların en uzunudur. Kazuistik (ayrıntılı) düzenlemelerin çokluğu, tepki anayasası nitelemesini doğuracaktır. Biçimsel açıdan iki yenilik vardır: başlangıç metni ve kenar başlıklar.
Anayasanın başlangıç metninden temel amacın demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve sosyal temelleriyle kurmak olduğu anlaşılmakta. Bu anayasa klasik hak ve özgürlükler, sosyal ve siyasi haklar bakımından kapsamlı olup, meclisin hak ve özgürlükleri sınırlama yetkisini daraltmıştır.
61 Anayasası devleti kutsal sayacak olan 1982 Anayasasından farklı olarak, insan ve bireyi yüce değer saymakta ve toplumun hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesini hedeflemekteydi. Burada önemli olan bu hak ve özgürlükler karşısında devletin görevi esas olarak "dokunmama", "karışmama", "ihlal etmeme" gibi olumsuz ve pasif bir tutum almaktır.
Bu hak ve özgürlüklerin öznesi kimdir? Hak ve özgürlüklerin hemen hepsinde, söze "herkes" diye girilmektedir. Dolayısıyla hak ve özgürlüklerin öznesi bireydir, insandır.
Temel hak ve hürriyetler Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, milli güvenlik ve sosyal adalet gibi sebeplerden de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.
61 Anayasasının 2. maddesinde cumhuriyetin nitelikleri şu şekilde belirtilmiştir: "Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına, Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir." 3. Maddede ise devletin ülkesi ve milletiyle bir bütün olduğu belirtilerek tekçi ideolojiye vurgu yapılmıştır.
24 Anayasasında 1937 yılında yapılan değişiklikle Anayasaya 6 ilke eklenirken "milliyetçilik" ilkesi de eklenmiş, 61 Anayasasında bu ilke "milli" olarak değiştirilmiş, ancak 1982 Anayasasında "Atatürk Milliyetçiliği" şekline dönüşmüştür. Anayasanın başlangıç metnine göre Atatürk devrimlerine bağlılık esastır.
Laiklik devletin ve dinin kurum olarak birbirlerinin alanına girmemelerini, devletin bütün inançlar karşısında nötr kalmasını, devletin dininin olmamasını, inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlanmasını ifade eder.
Ancak Kemalist Devrim ve laiklik anlayışı dini sadece devlet katından değil, toplumsal ilişkiler alanından da uzaklaştırıp vicdanlara ve bireyselliğe indirgemeyi amaçlayan bir laiklik anlayışını geliştirmiş ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumla da devletin dini yönlendirmesi ve ideolojik olarak araçsallaştırması durumu ortaya çıkmıştır.
61 Anayasası 154. madde ile DİB anayasal bir kurum haline getirilmiş, böylece laiklik ilkesi kâğıt üzerinde kalmıştır.
Anayasanın Cumhuriyete yüklediği en yeni nitelik "sosyalliktir." Sosyal adalet, sosyal haklar, devlete yüklenen sosyal ödevler, kalkınma planları gibi unsurlar bunu gösterir.
Hukuk devleti ilkesi bağlamında devlet organlarının bütün işlemleri yargısal denetime tabi tutulmuştur. Anayasa yargısı denetimi (Anayasa Mahkemesi), idari yargı denetimi (Danıştay) ve seçim yargısı denetimi (Yüksek Seçim Kurulu ).
Anayasada düzenlenen hükümlerle kişilere hukuk güvenliği sağlanmıştır. Bu yargısal güvenceler hak arama özgürlüğü, tabii yargı yolu, suçların ve cezaların kanuniliği ve kişiselliği, ispat hakkı gibi düzenlemelerdir.
Bu güvencelerin diğer önemli bir boyutu mahkemelerin bağımsızlığı, duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması ve bağımsızlığın güvencesi olarak yeni Yüksek Hâkimler Kurulunun kurulması olmuştur.
Önceki Anayasalar döneminde milletin yegâne temsilcisi meclisti. 61 Anayasası ise egemenliğin kullanılmasını birden çok organa tanımıştır. 4. maddeye göre millet egemenliğini yetkili organlar eliyle kullanır. Bu organlar yasamanın yanında yürütme ve yargıdır. (kuvvetler ayrılığı)
Yasama yetkisi TBMM’nindir. Yetki devredilemez. Yasama organı kendi içinde iki kanatlıdır. Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu. Kanun-i Esasi döneminde de çift meclis vardı. 61 Anayasasıyla çoğunluk diktatörlüğü tehlikesini engelleyecek, ılımlılığı ve dengeyi sağlayacak seçkinlerden oluşan bir ikinci meclis amaçlanmıştı.
Anayasa yasamadan "yetki" diye söz ederken, yürütmeyi "görev" olarak nitelemiştir. Bunda meclis üstünlüğü geleneğinin etkisi ve yürütmeye duyulan güvensizliğin payı bulunmaktadır. Ayrıca yürütmenin görevini kanunlar çerçevesinde yapacağı düzenlemesi de yürütmenin türev bir yetki olduğunu göstermekte.
Yürütmeyi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu temsil eder. İdare yürütmenin alt başlığıdır. Anayasaya göre cumhurbaşkanı TBMM tarafından kendi üyeleri arasında 7 yıl için seçilir. Seçilenin partisiyle ilişkisi kesilir. Yetkileri parlamenter rejimde olduğu kadar kısıtlıdır.
61 Anayasası Ordu ve sivil otorite ilişkisi bakımından da özellik taşımakta. Sivil demokratik bir sistemde askeri güç sivil otoriteye tabidir. Anayasa buna önemli istisnalar getirmiştir. 60 Askeri Darbesini yapmış olan MBK üyelerine Senato’da ömür boyu üyelik verilmiştir.
Ayrıca askeri mahkemeler, disiplin mahkemeleri ve Askeri Yargıtay anayasal kurum haline getirilmiş, askeri yargının yetki alanı sivilleri de bazı suçları nedeniyle kapsayacak biçimde geniş tutulmuştur.
Bunun dışında yüksek rütbeli komutanlarla bakanları bir araya getiren, yarı askeri bir kurul (Milli Güvenlik Kurulu-MGK) yaratılmış ve bu kurul anayasada Bakanlar Kurulu ile eş düzeyde yer almıştır. Kurumun anayasallaştırılmasında TSK’nin Bakanlar Kurulu’nu ve dolayısıyla siyaseti yönlendirme imkânına sahip olması amacı bulunmaktadır.
Sonuç olarak 61 Anayasası yasamaya belli bir üstünlük tanıyan bir parlamenter rejim öngörmüştür. (Yumuşak kuvvetler ayrılığı) Bu Anayasada demokratik ve özgürlükçü yaklaşımı gölgeleyen unsur, askeri gücün yürütme erkine ortak edilmesidir.
Ancak yaşanacak 10 yıllık siyasi süreç bir askeri müdahalenin zeminini oluşturacaktır. Ara rejim ülkeyi hak ve özgürlükler ve hukuk güvenliği bakımından geldiği noktadan geriye götürecek, kazanım süreçlerine dahil olmayan toplum buna bir tepki göstermeyecektir.