Ragıp Duran
AB ve NATO, Erdoğan’ı neden frenleyemiyor?
24-25 Eylül günleri Avrupa Birliği Konseyi (Merkezi Strasbourg’da olan Türkiye dahil 47 ülkenin üye olduğu Avrupa Konseyi ile karıştırmayalım), yani AB üyesi 27 ülkenin devlet ve hükümet başkanları, Brüksel’de özel bir Zirve toplantısı yapacak. Zirvenin gündeminde 3 konu var: Tek Pazar, Sanayi Politikaları ve Dış Politika.
AB Konseyinin internet sitesinde, Zirve gündeminin Dış Politika maddesi konusunda, Konsey Başkanı Charles Michel’in şu açıklaması yer alıyor:
‘’AB konseyi bu toplantıda Türkiye hakkında stratejik bir tartışma gerçekleştirecek. AB liderlerinin 19 Ağustos tarihinde yaptıkları video konferansta, bazı üye ülkeler, Doğu Akdeniz’deki durum ve Türkiye ile ilişkiler konusunu gündeme getirmişlerdi. Liderler, artan gerginlikler konusunda kaygılarını ifade edip, gerginliklerin azaltılmasının acil bir ihtiyaç olduğunu belirtmişlerdi. AB Konseyinin üyeleri, Yunanistan ve Kıbrıs ile tam dayanışma içinde olduklarını açıklamış ve yasadışı sondaj faaliyetleri hakkında daha önce varılan sonuçları tekrar ederek bu kararları bir kez daha onaylamışlardı.
Eylül ayındaki toplantıda bu konuları yeniden ele almak hususunda görüş birliğine vardık. Tüm seçenekler masada olacaktır.’’ (Boldlar Michel’in)
Başta Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs olmak üzere bazı ülkeler, Erdoğan rejiminin, diplomasi yani diyalog yerine askeri güç gösterilerinin yanısıra daha çok da ikide bir Navtext yayınlayarak şiddet ve tehdit söylemini benimsemesi karşısında Ankara’ya yaptırım uygulanmasını talep etti.
Zirve toplantısından önce Macron, AB’nin Akdenizli üyelerini Korsika’da topladı ve Ankara’ya karşı tutarlı, etkili bir tutum alınmasını talep etti. Yani ayrıntısı henüz bilinmeyen yaptırımlar uygulanmasını istedi. O günden bu yana Paris’in yaptığı açıklamalarda da yaptırım konusuna vurgu yapıldı.
Yunanistan hükümet sözcüsü Dendias, önceki günkü açıklamasında, ‘’Türkiye’ye yönelik yaptırımların taslağı belirlendi’’ dedi. Atina’daki Alman Büyükelçisi de ‘’Erdoğan yakında AB’nin sopasını görecek’’ diyerek diplomatik teamüllere pek uymayan bir açıklama yaptı.
Yaptırım yanlısı, birinci derecede mağdur bir ülke olan Kıbrıs da ‘’AB’nin Belarus’da Lukaşenko rejimine karşı uygulamayı tasarladığı yaptırımlara destek vaadini, Ankara’ya yaptırım yapılması koşuluna’’ bağladı.
AB’nin ekonomik, dolayısıyla siyasi lokomotifi konumundaki Almanya ise, tıpkı Charles Michel gibi, yaptırımlardan pek söz etmiyor. Diplomasi ve diyalogun gerekliliğini vurguluyor. Alman Dışişleri Bakanı Ankara ile Atina arasında, somut bir sonuç vermeyen mekik diplomasisi uyguladı ama Berlin açısından sorun hala diyalog ve müzakere.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un son olarak Türkçe yazdığı tweet mesajında da diyaloğa ağırlık vermesi, 24-25 Eylül Zirvesinin sonucu hakkında bir ipucu veriyor.
Tüm bu trafikte ABD Dışişleri Bakanının önce Kıbrıs’a uygulanan silah ambargosunu büyük ölçüde kaldırması ardından Lefkoşe ziyareti, Washington’un tutumunu da açıklamış oldu.
Brüksel’deki NATO merkezinde Genel Sekreterin, teknik düzeyde bile olsa zoraki müzakere girişimleri, gerginliğin azaltılmasında herhangi bir ilerleme sağlamamasına rağmen, Batı blokunun askeri kanadının niyetini faş etti.
Tüm bu süreçte, Erdoğan rejiminin tutumu işleri iyice karıştırıyor. Çünkü Ankara, iç politikadaki sıkışıklığı nedeniyle, içeriye ve dışarıya farklı hatta zıt mesajlar veriyor. Milli ve yerli kamuoyuna yönelik olarak Mavi Vatan, Akdeniz’deki haklarımız, burnumuzun dibindeki adalar bizimdir bizimdir, 1453, Barbaros Libya’ya döndü türünden saçmalıklarını sürdürürken, dışarıya verdiği mesajlarda önkoşulsuz müzakereye hazırız dedi, bu yetmiyormuş gibi Oruç Reis gemisini tartışmalı bölgeden geri çekti (Karalar benim.RD). Ankara, aslında, kendi elleriyle ve aklıyla(?) kurduğu devasa Erdoğan aleyhtarı cephenin karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Bunu taviz olarak niteleyen Kılıçdaroğlu’nun, ‘’O zaman S-400’leri aktive edin’’ demesi, resmi muhalefetin Erdoğan’dan daha koyu bir savaş yanlısı olduğunu göstermiyor mu?
Ankara, AB’den yaptırım beklemediğini de resmen açıkladı. Hoş, böylesine güç bir durumda, Erdoğan’ın, ‘’Hodri meydan, ne yaparsanız yapın, biz Akdeniz’deki haklarımızdan hiçbir şart altında vazgeçmeyeceğiz, yaptırım bizi yolumuzdan alıkoyamaz’’ diyecek hali yoktu. Çünkü, Brüksel’den gelebilecek ciddi bir dizi yaptırım, zaten büyük bir krize her gün adım adım yaklaşan Türkiye’yi tam olarak bir ekonomik felakete sürükler. AB, Türkiye’nin en büyük ekonomik ve ticari partneri.
Yine de özellikle Berlin’e yakın çevreler, Ankara’ya yönelik yaptırımların uygulanmasındaki teknik zorlukları da bahane ederek daha şimdiden 24-25 Eylül Zirvesinden sert yani Ankara’ya ciddi zarar verebilecek bir kararın çıkamayacağını öngörüyor. ( Bkz.)
Avrupa Birliği olsun NATO olsun, Erdoğan’a karşı neden ciddi, etkili, Ankara’nın saldırganlığını caydırabilecek bir karar almaktan imtina ediyor?
Bu sorunun birden fazla yanıtı var:
- Batı, Türkiye’nin Rusya ve Çin blokuna kaymasını önlemek istiyor
- Batı, Türkiye gibi amiyane tabirle yağlı bir pazar müşterisini tamamen kaybetmek istemiyor
- Özellikle AB, Erdoğan’ın mülteci tehdidinden hala çekiniyor
- Medeni dünya, diplomasi ve nezaket kuralları yerine kabadayılık taslayan bir muhatabı ile fazla haşır neşir olmaktan yana değil.
- AB, 30 Eylül 1938 günü imzalanmış olan Münih Anlaşmasının ruhundan henüz ve hala ayılmış görünmüyor. Radikal ve ilkeli bir tutum yerine saldırgana karşı yatıştırmacı politikaları tercih ediyor.
- Nihayet ABD’nin COVID-19 ve Başkanlık seçimleri, AB’nin de pandemi ve sanayiyi kurtarmak gibi çözülmesi güç sorunları varken, Erdoğan’ın yeni bir sorun yaratmasından memnun değil.
İşin yapısal cephesi de bence önemli. Şimdi sahnedeki iki aktöre baktığımızda, yani AB ve NATO’nun temsilciliğini üstlendiği Batı dünyası ile İslamcı ve saldırgan Erdoğan yönetiminin, her ikisinin, öz olarak, neo-liberal yani kapitalist zihniyette rakipler olduğunu görüyoruz. İki blokun, demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, askeriye gibi temel alanlarda, aslında aynı rengin farklı tonlarını taşıdığını saptamak kolay. Bloklardan biri barışı, diğeri savaşı temsil etse, mesele daha kolay anlaşılabilir ve çözülebilir.
Brüksel Zirvesinden sert ve kararlı görünümlü bir kınama çıkması daha büyük bir ihtimal. Paris’in, Almanya’yı Erdoğan rejimine yaptırım uygulanması konusunda ikna etmesi zor görünüyor. Zaten AB, sadece tarz açısından değil, temel politikalar açısından da çok sağlam, çok sıkı bir birlik değil. AB’nin içinde Macaristan ya da Polonya gibi neredeyse aynı Erdoğan gibi düşünen ve davranan siyasi yönetimler olduğu gibi, kendi çıkarlarını savunurken Macron gibi tutarlı davranan liderler de var.
Bu ortama rağmen, Brüksel’den ciddi bir yaptırım kararı çıkarsa, - ki çok zayıf bir ihtimal- bu yeni durum, yukarıda saydığım engellerin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez. Sadece bir sürpriz sayılır.
Sonuç olarak, dış dinamikler, hiçbir zaman bir ülkenin orta ya da uzun vadedeki kaderinde tayin edici olamamıştır, olamaz. Dış dinamikler, olsa olsa, ülke içindeki ciddi, kararlı, akıllı bir muhalefetin destekçisi, yardımcısı olabilir. Türkiye’nin büyük talihsizliği, güçlü bir muhalefete sahip olmaması ve ana muhalefet liderinin Kılıçdaroğlu olması.