Akın Olgun
Acının meramı
Hakkari’de 5 yaşındaki Erdem Aşkan’a çarpan aracın, çocuğu metrelerce uzağa savurduğu haberi düştü önümüze. Sonra çocuğun kusurlu bulunduğunu ve aracı kullanan uzman çavuşun adli kontrol şartıyla serbest bırakıldığını yazdı haber siteleri.
Çocuğun neden yaya geçidini kullanmadığı sorgulanmış ve kullanmadığı için “asli kusurlu” olduğuna hükmedilmişti. Mağdur olan uzman çavuştu özetle. Çocuk ise “kusurlu” olarak gözyaşları içinde toprağa verilmişti. Kimin çocuğu olduğunuz belirliyor çünkü ülkede kusurlu olup, olmadığınızı.
Örneğin Bilal, Berat “kusursuz” çocuklardır! Ne yaparlarsa yapsınlar asla hiçbir savcı onlarda bir leke bulamaz. Çünkü onlar güçlülerin çocukları. Güçlülerin çocukları yanlışlıkla mayına basmazlar mesela. Çünkü mayınlı arazilerde yapmazlar askerliklerini. Hiçbirine vaat ettikleri ve en büyük mertebe olarak anlattıkları o şehitlik payesi düşmez. Nedense hep yoksulun çocuklarına dağıtılır o paye. Onlar asla “eğitim zayiatı” olmazlar mesela. Çünkü onlar vatanın kusursuz, milli gururları olarak, yaşamaya hak kazanmış ayrıcalıklı sınıfı oluşturuyorlar. Tabutların önünde kadraja girip poz vermek için birbirini ezenlerin dünyasında tek kusurlu olan tabutun içindekilerdir vesselam.
O uzman çavuşa sunulan “mağdur” nimeti ise, kendini değerli hissetsin diye verilmiş resmi bir avunma parçasından ibarettir. Devletin affediciliğinin mafyalara, çetelere çalışması da bundandır. Onların yargıdaki yeri, adaletten önce gelir hep işte.
Sonra başka bir haber düştü önümüze; M.Ö’yü kaçırıp ormanlık alanda şiddet uyguladığı iddia edilen Vali Orhan Çiftçi hakkındaki davada karar açıklandı. Vali Çiftçi’ye haksız tahrik indirimi ve iyi hal indirimi de uygulanarak 10 ay hapis cezası verildi. (Duvar Gazetesi)
Sonra bir başka habere dikkat kesildik; Birleşmiş Milletler’in ‘savaş suçu’ işlemekle suçladığı örgütün komutanı, Artuklu Üniversitesi’nden mezun oldu. (Bianet)
Komutan Ebu Hatim Şakra, üniversiteye Ahmet İhsan Fayyad el-Hayes ismi ile kayıt yaptırmıştı. Diplomasıyla pozlar vermekten de çekinmemişti. Pek bir rahattı.
Bir savaş suçlusuna okuma hakkı tanıyan devlet için bu bir sorun olarak görülmemişti. Asıl derdi Boğaziçi Üniversitesi idi ve oradan mezun olmayı hak edeceklerin kimler olduğunu da böylece işaret etmiş oluyordu.
Çünkü o savaş suçlusu Suriye’de iktidar için hizmet vermişti ve elbette bunun bir ödülü olmalıydı. Askeri kıyafetlerini çıkarmış, saçı sakalı sünnetlemiş, mezuniyet cübbesi giymiş ve “çalışkan bir öğrenci” olarak poz kesmişti.
İktidar ise kendisine muhalif olan gazetecileri, yazarları Avrupa’dan kırmızı bültenle “tehlikeli” notuyla istemekle meşguldü. Başka türlüsü beklenemezdi elbette.
Devlette devamlılık esastı ve “bu devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir” diyen dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in kalıbı, iktidara ve tüm topluma itinayla dökülmüştü. “Nasıl koyduk ama” diyen lümpenliğin boy verdiği yer tam da burasıydı. Çünkü milliyetçilik “nasıl koyduk ama” diyenle, “ne hali varsa görsünler” diyeni aynı yerde harmanlıyordu.
KUSUR KÜRTLERE YAZILIR
Konu Kürtler olduğunda, kusur hep ötekine yazılıyordu.
Tıpkı uzman çavuşun yaptığı hızı değil, çocuğun olmayan üst geçitten neden geçmediğini sorgulayan savcı gibi.
Tıpkı kaymakamlık döneminde bir kadını ormana kaldıran ve şiddet uygulayan o Vali Bey’e “iyi hal” indirimi sunan hâkim gibi.
Rüştünü, mağdur olanı suçlama üzerine kurmuş olanların siyasi vaatleri, savaş suçlusu ilan edilen örgütün komutanına ve çetelere, mafyalara bir gelecek pazarlıyor. Kasa hep bu yüzden kazanıyor.
Birilerini “dağa, ormana kaldırmak” ve fiziki, psikolojik şiddet uygulamak ile devrimcileri, solcuları, muhalif Kürtleri ortadan kaldırmak, Cumartesi Annelerini göze görünmez kılmak arasındaki bağı kurmanın tehlikesine hep uyanık olan devlet mekanizması, elbette canımıza ot tıkamaya hep gönüllü olacaktı.
5 yaşındaki Erdem Aşkan şimdi toprağın altındaysa ve onlarca çocuğun bedeni zırhlı araçların altından sesleniyorsa, “adalet” diyen insanların soluğu kendi içlerine doğru çöküyorsa, daha çok çocuk ölecek demektir.
Peki yenilgi psikolojisini büyüten, yükselten, direnme ve umut etme mücadelesini siyasetin koltuk mücadelesinde ezikleyenler ne mi yapıyor? Tam olarak müesses nizamın beklentilerine, yeni konjonktür paketi olarak sunuyorlar kendilerini.
16 yaşında bir çocuğun, Erdoğan’ın posterine Hitler bıyığı yapmasına sinirlenen ve çocuğu kolundan tutup cezaevine gönderen iktidar ile “yenildik, bittik” diyen ve kendisine boş koltuk arayan siyasetçilerin ruh ikizi olduklarını kanıtlayan şeydir bu. O çocuğa sahip çıkmayı değil, koltuğu önceleyen her yaklaşım elbette zehirlidir. O çocuk cezaevindeyse eğer size güvendiği için cezaevinde. Nokta.
Çocukların hayatı panzerlerin altında kalıyorsa ve acı ailelerin belini büküyor ve çocuklarının boşluğuna kahır yerleşiyorsa, elbette bunun sorumluluğu, onların adalet arayışına uzaktan bakan siyasetçilerin üstündedir.
Öyleyse yenilgi değil, ne yapmadığımız, neyin üstünden atladığımızdır sorun.
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.