Adlandırmanın önemi; terörist mi gerilla mı?

Kimin terörist, kimin gerilla, kimin özgürlük savaşçısı olduğu, devletin gerçekten masum olup olmadığı ciddi tartışma konusu. “Vatan-millet”; diyenlerin “ötekiler”e uyguladığı terörün de sorgulanması gerek.

Gerilla savaşıyla terör eylemleri çok geçişkendir ve bir eylem amaçları açısından tanımlanabilir. Waldmann gerilla savaşının belirgin bir askeri stratejiyle devlete meydan okuduğunu, devlete çeşitli biçimlerde zarar vermeyi hedeflediğini, devleti belirli eylemlerle sürekli oyaladığını ve böylece gelişimi engellediğini yazar. Gerillalar eylemlerini bir iletişim aracı/yöntemi olarak belirler. Eylemler şiddet üzerinden zarar verirken ayrıca devleti sürekli uyarır; amacı savaşta psikolojik üstünlük sağlamaktır.

Waldmann devletin bir eylemin terör ya da gerilla hareketi mi olduğunu belirlemesinin çok önemli olduğunu vurgular ve Cezayir örneğini verir: Cezayir’de küçük bir grup FLN (Front de Libération Nationale-Ulusal Kurtuluş Cephesi) Fransızlara karşı eylemlere girişir. Devlet bu eylemi “gerilla hareketi” olarak tanımlar ve buna göre konumlanır. Halbuki bu eylemler sıradan terör eylemleridir ve arkalarında destekleyen bir kitle yoktur. Gerillalardan korunmak isteyen Fransızlar kışlalarına, korunaklı alanlarına geri çekilerek kendilerini izole eder ve Cezayir halkına kuşkuyla bakarlar. Bu paranoyak ortamda halkla ilişkilerini en aza indirirler ve kuşkuyla baktıkları halka tavır almaya başlarlar. Bu durumda halkın FLN’e desteği başlar; halkın sempatisini kazanırlar. Fransızlara karşı bir hareket oluşur. Kısacası, birkaç sansasyonel “terör eylemi”yle başlayan hareket halk hareketine dönüşür ve Fransızların yenilgisiyle biter. Bunlarla birlikte belirtmek gerekir ki Waldmann, kolonyalizmin etkileri, kültürel farklılıkların bu çatışmadaki rolü, insan hakları ihlalleri ve iki sınıflı bir toplumun itirazı konularını ihmal ediyor.

KÜLTÜRÜMÜZDEKİ MİLİTARİST KODLAR

Cumhuriyet’i kuran kadronun çekirdeğini askerler oluşturuyor. Bu kadronun sivilleşmesi konusunda zorluklar vardı. Devleti silahla kuranların devleti sürekli silahla koruma eğilimlerinin içselleştirilmesi kaçınılmazdı ama bu durum, kültürel olarak da içselleştirildi.

Anneler oğullarını “paşam” diyerek seviyorlar. Eğlence, festival ve sünnet giysilerimiz subay üniformaları. Bireyler olarak böyle yetişirken, toplumdaki grup matriksimiz de askeri yapıya dayanıyor. Kriz anlarında kılıçlarımızı kuşanmaya yatkınlığımız var. Zaten “Her Türk asker doğar” ve “Asker ocağı Peygamber ocağıdır.” Böyle kutsal, böyle dokunulmazlığı olan bir mesele!

Milli bayramlar savaştan bir ders alma niteliği taşımıyor ve “bir daha olmasın”ı içermiyor. Milli bayramları düşmanları nasıl katlettiğimiz anlatıları ve “Yunanlıları denize dökme” müsamereleriyle kutluyoruz. Barışçıl sorun çözme konusunda henüz alfabeyi bile öğrenmedik. Şiddeti sevginin bir parçası gibi öğrendik. “Döver de sever de!” “Annenin/babanın vurduğu yerde gül biter.” Suçun yüceltildiği ve failin kutsandığı bu gibi anlatılarla büyümedik mi? Devlet, millet ve şiddetin iç içeliği içselleştirdiğimiz en doğal halimiz. Herkes vatan, millet ve devlet için ölmeyi yüceltirken kendisi için ölmenin de mümkün olabileceğini unuttu.

TERÖR A.Ş

İşte bu ruh hali devletle terör arasında sembiyotik bir ilişki oluşturuyor. Savaş ve terör endüstrisi de bunun ürünü. Bir terör olayından sonra devlet aşırı tepki göstererek orantısız şiddet uygular ve böylece sembolik olarak gücünü gösterdiğini sanır. Devletin sürekli “terörü bitirdik, az kaldılar” söylemine terör örgütlerinin tepkisi, bitmediklerini kanıtlamak biçiminde olur. Mümkünse bu tepkiyi sansasyonel yaparlar. Böylece bu negatif sembiyotik ilişki sürdürülür. Negatif bir bağımlılık gibi görünür ama birbirlerini yaşatır, ayakta da tutarlar. Şiddetli bir devlet terörünün ardından “Bitirdik!” söylemi ve terörün sansasyonel cevabı, “Bitmedik!” Terör olmadığında anlamsızlığa düşecek “terör endüstrisi ve kurumları” dolaylı ve dolaysız olarak terör üzerinden yaşıyorlar.

Faşist ve ırkçı partilerin farklı ülkelerde ortak söylemleri “vatan-millet”; üzerinden oluşturulur. Psikanalizde patolojik bölünme/parçalanma (Spaltung) dediğimiz bir savunma biçimi vardır ve bu kurgu sıkça aktif hale gelir: “Biz ve düşmanlarımız”; Terörün ve düşmanların olmaması ırkçılığı da lüzumsuz hale getireceğinden, terörizm seviciliği ırkçıların ortak meselesidir. Bu tartışmalarda terör savaşçısı görünen fakat bu söylem üzerinden oluşan terörden korunmanın yollarının araştırılması gerek. Kimin terörist, kimin gerilla, kimin özgürlük savaşçısı olduğu, devletin gerçekten masum olup olmadığı ciddi tartışma konusu. “Vatan-millet”; diyenlerin “ötekiler”e uyguladığı terörün de sorgulanması gerek.

Hans-Joachim Heintze, teröristlerin insan hakları ihlallerinin ilk olarak 1993 yılında Viyana’da Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda konu edildiğini yazar. O güne kadar devletler teröristlere “iç meselemiz”; diyerek istedikleri zulmü yaparken, bu toplantıda teröristlerin insan haklarının devletler tarafından ihlal edilmesi bir konu olarak tartışılıyor. Her devlet kendi teröristine istediği zulmü yapamaz. Devlet ancak teröristin insan haklarına saygı duyarak, onun da haklarını koruyarak terör devleti olmaktan kurtulabilir. Teröriste devletin ilkel tepkiyle karşılık vermesi, teröristi haklı konuma getiriyor ve devleti de terörist yapıyor.

Devletin en önemli görevi halkın korkularını azaltmak, bunun önlemlerini almak. Deprem korkusu varsa, bunun önlemlerini alarak insanların korkularını minimalize etmek. İnsanlar kendilerini güvencede hissetmiyorlarsa insanlara güvence sağlamak. Terör ise korku yaymayı, devleti küçük düşürmeyi dener. Bir mafya lideri “Kanlarında duş alacağız!” diye tehditler savuruyor ve sonra da bunu devletin kendisinden istediğini açıklıyor ve “Bir korku ortamı yaratmamız gerekiyordu” diyorsa, ve bu iddia doğruysa devlet terörist bir eylemi organize ediyor demektir.

Terör kavramı, ortaya çıktığından beri devletle, yani gücü elinde tutanlar ile halk arasındaki dinamikte ortaya çıkan zulmün adıdır. Devlet birilerini terörist ilan ederek kendi terörizmini meşrulaştıramaz. Terörün anlamları genişletilerek magazinsel olarak da kullanılıyor; trafik, enflasyon, sağlık vd. alanlarda olduğu gibi. Hangi bağlamda kullanılırsa kullanılsın tahterevallinin bir ucunda terörist otururken diğer ucunda devlet var. “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz!” diyen devlet yöneticileri varken, devletin öz sahibi olduğunu savunan insanlar varken devleti sorumlu tutmak ve sorumluluğunu araştırmak gerek.

DUYGULARIN SAPIKLAŞTIRILMASI

Arno Gruen Wahnsinn der Normalität isimli kitabında bir kavram geliştirir: “Empatinin sapıklaştırılması” (Pervertierung der Empathie).* Bu kavramla Gruen, mağdurla empati kurmak yerine saldırgana acımayı, ona anlayış göstermeyi kast eder. Bu, son planda yapılan zulmün kaçınılmaz, gerekli, hatta haklılığı anlayışına dönüşür! Ölenler öldürülmeyi ya da zulmü hak etmişlerdir. Terör haberlerinde sıkça rastladığımız, faili masumlaştırmayı amaçlayan bir tutumdur bu. Taciz ettiği kadını suçlayan ve kendini istemediği halde tahrik edilmiş biri olarak anlatan biri: “Etek giydiği için ben tahrik etti!” Daha farklı bir örnek verelim: “Biz iyi insanlarız, atalarımız da iyi insanlardı; Ermeniler bizi tahrik ettiler, bizi kızdırdılar. ‘Git başımdan’ dedik, laf anlamadılar, sırtımızdan hançerlediler. Ermenilere istemeyerek, bizi zorladıkları için ders vermek zorunda kaldık...”

Gezi eylemlerinin sürdüğü günler; panzerler insanları sokak sokak kovalıyordu, polis zulmü vardı. Haberlerde ise zavallı, iki gündür uyumamış yorgun polisler. Sonra genel af çıkarıp tecavüzcüleri ve katilleri de “kader kurbanı” diyerek salıverdiler... Yani bizim faillere, katillere ve tecavüzcülere sempati duymamızı sağlayan haberler. Duyguların böylesine manipüle edilmesi, empatinin ve merhametin faile yönlendirilmesi duyguların “sapıklaştırılması”dır.

Annemiz bizi hem sever hem döver!” Failinin yüceltilmesi böyle başlar. Çocuklukta masallarımızdaki ve hayallerimizdeki kahramanların çoğu kez “kurtarıcı rolündeki zalimler” olmasının da failleri yüceltme geleneğimize bir etkisi var. Savaşta yenmek, yakmak, yıkmak ve öldürmek de yeterli gelmiyor. Erkek öfkesi... Kalan öfkelerine kadınların tenlerini, çıplaklıklarını adres yapıyorlar. Gene de dinmiyor öfkeleri. Suçları savaştan kaçarak sadece ve sadece yaşamayı istemek olan şu “alçak ve pis Suriyeliler”! Savaştan kurtulmak derdinde olanlara ilişkin bizim derdimiz ise, kurtulmak isteyenlerden nasıl kurtulacağımız! Arno Gruen haklı; bu, empatinin sapıklaştırılması, hatta tüm duyguların sapıklaştırılması galiba.

* Arno Gruen, Wahnsinn der Normalität - Realismus als Krankheit: Eine Theorie der menschlichen Destruktivität (Münih: DTV, 1992), s. XXX

Devam edecek...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi