Akın Olgun
“Aleviyim” nokta
“Bir elin beş parmağı da bir değildir oğlum” demişti annem. Öfkem dinsin ve ergen yüreğime önyargı yerleşmesin istiyordu. Benim öfkemin onda yarattığı korku ve telaşı hep hatırlarım.
Yaptığı aşureleri komşulara dağıtma görevi almış oğlunun tanık olduğu şeyin etkisiyle yanlış bir şey yapacağını ve mahallede, okulda, sokakta mimleneceğini düşünüyordu. Haksız da sayılmazdı.
Komşumuzun, dağıtığım aşureyi kapısının önüne dökmesine tanık olmam “Alevilerin pişirdiği yenmez” fısıltılarına daha çok kulak kabartmama neden olmuş, duymazlıktan geldiğim kötü sözlere karşı ise Aleviliğim, ergen diklenmesine dönüşüvermişti. Annem öfkemi dindirememişti.
Alevi olduğunu gizlemenin bir iç kural olduğu gerçeği ile yüzleşmeyen sanırım çok az kişi vardır. “Aman ha” olarak kulaklara küpe yapılan uyarıların altında büyük travmalar, acılar yatıyor çünkü ve acıları hatırlatmanın yolunu devlet hep buluyor.
“Biliyorsunuz Alevi”
Böyle sesleniyordu kendisini dinlemeye gelen seçmenlerine Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nu yuhalatıyordu. Bir kirmiş gibi, bir ayıpmış gibi üstüne bastırarak salıyordu imasını kendini dinleyenlere. Kılıçdaroğlu değil, Alevi olması yuhalanması gereken bir “ayıp” olarak seçim mitinglerine taşınıyor, Erdoğan, nefreti kullanışlı bir silaha dönüştürüyordu.
NE ACI!
Kılıçdaroğlu’nu Ankara’nın Çubuk ilçesinde linç ettirenler de biliyordu bunu. Katledilebilir, linç edilebilir, aşağılanabilir bir şeydi çünkü Alevilik! Bunu dile getirmek istemiyorduk. Çünkü konuşmak, bir korkuyu tetiklemek anlamına gelecekti ama her Alevi bu gerçeği içinde taşıyor ve duyumsuyordu. Başka bir partinin liderine bu yapılamazdı. Hadi daha açık konuşalım, Türk Sünni olan bir lidere bunu yapmak hiç de kolay bir şey değildi. Alevileri bir “iç düşman” olarak kodlayan devlet için Kılıçdaroğlu hem Alevi, hem de bir Kürt olarak iyi bir kurbandı.
Ona “haddini” bildirenler, devletin ideolojik kodlarını hatırlatmanın en geçerli ve bilindik yolunu denemişlerdi. Çünkü böylelikle sadece ona değil, milyonlarca Alevi yurttaşa da hatırlatmış oluyorlardı gerçeği. Madımak otelinin önünde “yakın yakın” diye bağıran kitlenin ideolojik ruhu o gün oradaydı. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta Alevi olan yan komşularını katledenler de oradaydı.
Konu Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Rumlar olunca galeyana gelmenin dayanılmaz cazibesine kapılan ve yaptıklarına bin bir bahane üreten o zehrin sahibiydi devlet.
Cumhuriyetin birinci yüzyılında Kürtler ve Aleviler için değişen bir şey olmadı. Kılıcı tutan el değişmişti sadece.
Bir arada eşit yurttaş olarak yaşamanın kimin çıkarına dokunduğuna baktığınızda anlayabiliriz gerçeği. Yok saymanın, inkâr etmenin kimlerin çıkarına uygun olduğuna bakarsak görürüz hakikati.
Göze görünmez kılınanların artık çuvala sığmadığını anlamamız için, bunca acının, çilenin çekilmesi, bunca katliamın yaşanması gerekmiyordu oysa lakin bir toplumu işlediği suçlara ortak etmeden, gücün, konforun, talanın korunaklı kılınmasının mümkün olmadığını bilen cellatların dünyasında bizim sözümüz, “zındık” olmaktan öteye geçmedi maalesef.
MIZRAK ÇUVALA SIĞMIYOR
Barış içinde yaşamanın, eşit yurttaşlar olarak var olmanın, çok kültürlü bir Türkiye özleminin ve mücadelesinin bedeli çok ama çok ağır oldu bu yüzden ve evet artık mızrak çuvala sığmıyor.
Ilımlı Cumhuriyet döneminin kapısı aralanıyor.
Kılıçdaroğlu’nun birbirimizi yok saymama, eşit yurttaşlık temelinde buluşma ve helalleşme olarak açtığı Türkiye’nin ikinci yüzyıl kapısı yine tam da bu yüzden çok önemli.
Bu sadece Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı da değil. İkinci yüzyıl paradigmasının da ifadesi. Devletin halklarla, kimliklerle, kültürlerle barışabilmesi için önce toplumla barış ilan etmesi gerekiyor kuşkusuz. Toplumun da bu barış çağrısına cevap vermesi gerekiyor elbette.
İktidarı tüm takiyye yöntemlerini kullanarak ele geçirdikten sonra hızla devletle benzeşerek, kendisi gibi düşünmeyen herkesi “düşman”, “vatan haini” ilan eden siyasal İslamcıların çöküşüne tanıklık edeceğiz bu seçim.
Onlar da kendi dönemlerinin sonuna geldiğini hiç şüphesiz biliyorlar. Yeni bir dönemin başladığını, ulusal ve uluslararası konjonktürün artık dışına düştüklerini bilmemeleri büyük ahmaklık olur vesselam. Kendini dayatan kaybeder nokta.
Her partinin konumlanışına, kadrolarına, seçimlerine bakınca, yeni dönemin paradigmasına uyumlu hale gelmeye çalıştıkları görülüyor.
Madımak’ta insanlar canlı canlı yanarken, “Çok şükür otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!” diyen dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in, Erdoğan ile el ele tutuşması, bitiş döneminin en çarpıcı fotoğrafı bana göre. Tansu Çiller’i 1993 yılının temmuz ayında Madımak’ta yakanlardan yana “şükür” sunan konuşmasıyla hatırlıyorum.
Annemin gözlerindeki korku ise hala duruyor. Benim ergen yüreğim ise büyüdü, acılar çekti, işkenceler gördü ve şimdi bu dertleri bir daha kimse yaşamasın, kimsenin gözüne korku yerleşmesin diye, kelimelerimi, cümlelerimi barıştan, eşit yurttaşlıktan, özgürlüklerden yana kullanıyorum.
Ve evet bu beni özgür kılıyor.
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.