Ümit Kardaş
Arafta kalanlar
“Cennetin duvarları ne kadar tahkim edilirse , cehennemin uçurumu da o kadar derinleşir.”
Giorgio Agamben
Dünyayı değiştirme istek ve çabalarıyla “ulus” arasındaki gerilimli ilişkinin tartışılması devam etmekte. Ulus tarafından dayatılan düşünsel kategorilerin dışına çıkarak ona dışarıdan bakmamız nasıl mümkün olabilir ?
Toplumlar modern çağda uluslaştıklarında dünyanın değişebileceği , dünyanın daha iyi bir yer olabileceği düşüncesine sahiptiler. 1848 Devrimi bir ütopyayı gündeme getiriyordu. Sadece dünyayı yorumlamak değil onu değiştirmenin de zamanı gelmişti.
Değişimlerin araştırılmasında dönüşüm kavramı merkezde yer alıyordu. Ancak dünyayı değiştirmekten amaç herhangi bir değişim değildi. Amaç dünyayı daha adaletli , daha barışçı , eşitsizliği daha sınırlayıcı bir yer haline getirmekti. Ancak yaşananlar bu amaca ulaşmak için çabalayanları hayal kırıklığına uğrattı.
İki dünya savaşı , Soğuk Savaş dönemi , Aşağı Sahra Afrika’sında yaşanan kıtlıklar , Ruanda etnik katliamı , Bangladeş 1975 askeri darbesi , Vietnam Savaşı , Latin Amerika’da yaşanan krizler, Yugoslavya’nın dağılışı ve etnik temizlik , Afganistan’ın hem Rusya hem de ABD tarafından işgali , Irak’ın işgali , İsrail’in Ortadoğu’da izlediği yıkım ve şiddete dayalı politikalar , Sabra, Şattila ve Gazze katliamları, Suriye’deki iç savaş ve Ukrayna’nın işgali
Bu tablo hayal kırıklıklarının sadece küçük bir bölümü. Beklentilerimiz ve gerçekleşen felaketler. Geleceği belirsiz bir gezegende ulus bir güvenlik şemsiyesi , bir kaçış yeri olarak kabul edilmişti. Ancak bu herkes için geçerli değildi. Bazıları için ulus, kendilerini dışarıda tutan, dışlayan erişilemez bir yer oldu. Gelecek karşısında belirsiz, yetersiz ve tutarsız olan ulusa karşı dünyaya ilişkin bir gelecek tasavvuru da belirsizliğini korumakta ancak bu karşılıklı belirsizlik gerilimi de şiddetlendirmekte
Modernleşmeyle birlikte toplumların uluslaşmaları değişen bir dünyada hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyle ilgiliydi. Bazı toplumlar ulus olmaya koşarken, diğerleri de koşmak zorundaydı. Geride kalan bağımsızlığını ve bütünlüğünü yitirecekti. Modern dünyaya ayak uydurmak, bürokrasisi , ordusu , bayrağı , para birimiyle ulus- devleti oluşturmak gerekiyordu.
Ancak modernleşme temelinde var edilen ulus, tarihin öznesi olarak kendini yeniden üretmek durumundaydı. İtalyan ulusunun kuruluşunda var olan “ Her şeyin olduğu gibi kalabilmesi için her şeyin değişmesi gerekir” anlayışı bunu işaret etmekte.
Oysa modernleşme geçmişten bağımsızlaşma demekti. Ulusun aslında değişim ile olan çelişkisi gerilim yaratmakta. O halde şimdi Antonis Liyakos’un sorduğu sorulara verilebilecek yanıtları tartışmak gerekmekte.
Uluslara ihtiyaç duyulmayacaksa küresel sistemde yaşam mücadelelerinin imkanları ne olacak? Eğer bu yeni ortamda uluslar ABD , Avrupa Birliği , Çin , Japonya , Rusya , Hindistan ve Endonezya gibi büyük kıta devletleri karşısında güçsüz kalacaklarsa ne olacak?
Modernleşme ve ulus arasındaki ilişki mutlaklığını kaybederse ulusun ve milliyetçiliğin kaderi ne olacak ? Eğer ulus değişen bir dünyada hayatta kalmanın tek çözüm yolu olmazsa ne anlam kazanabilir? (Antonis Liakos- “ Dünyayı Değiştirmek İsteyenler , Ulusu Nasıl Tasavvur Ettiler?”)
Yoksulluğun pençesinden kurtulmak için yerini, yurdunu terk edip sınır tellerini aşarak gittikleri ülkede kaçak yaşayan insanlar. Savaşta evleri başlarına yıkılmış, birkaç parça eşya ile komşu ülkelere sığınanlar. Dünyanın birçok bölgesinde umudun, göçün ve başka yerlere yerleşme çabasının oluşturduğu çaresizlik sahneleri yaşanmakta.
Üçüncü Dünya’nın yoksulları, edebiyatlarında, müziklerinde bastırılmış, aşağı kılınmış ve unutulmuş olarak, Birinci Dünya’nın ekonomilerini, kentlerini, kurumlarını, medyasını ve eğlence dünyasını işgal ederek geri dönmekte.
Üçüncü Dünya artık uzaklarda bir yerlerde olmaktan çıkmış, farklı kültürler, tarihler, dinler ve diller Birinci Dünya’nın kent ve kültürlerindeki yaşamların göbeğinde ortaya çıkmaya başlamış durumda.
Artık merkezdeki insanların yaşamlarında, kültürlerinde, dillerinde ve geleceklerinde önemli bir kopuş meydana gelmekte. ( Iain Chambers- Göç,Kültür,Kimlik ) Göçerlik ve sürgün moderniteyi ve ulusu temellerinden sarsmakta ve bu kavramların sorgulanmasına yol açmakta.
Dünya üzerindeki insan göçleri kenti dönüşüme uğrattığı gibi ulus-devlet sınırlarını yapaylaştırmakta ve modernliğin açıklama kalıplarını da geçersiz kılmakta. Tek kimlik kurgularının parçalandığı, dilin melezleştiği, farklı tarihlerin birbirine girdiği bu hareketli dünyayı modernitenin gözlüğünden ve ulus üzerinden anlamak olanaksız hale gelmiş gözüküyor.
Antik Yunan siyaset felsefesinde hayat polis ile varken modernite ile birlikte hayat haklar yoluyla ulus- devletin çerçevesinde anlam kazanıyordu. Antik Yunan’da polisin , modern dönemde devletin dışında hayat yoktu.
Denizlerde boğularak , sınırlarda mayınlara basarak , dağlarda donarak ölen ve ölümlerinden hiç kimsenin sorumlu tutulmadığı ve sayı olarak kayıtlara geçen kaçak göçmenler hayatın dışındaki yaşamın ne olduğunu bize gösterir. Bu insanlar sınırları geçerken hayat ile çıplaklaştırılmış yaşam arasındaki sınırı da geçmiş olurlar. (Liakos – a.g.e )
Bunun dışında savaşlar ve ekonomik yıkımlar nedeniyle kamplara doldurulmuş insanların hayatın dışında çıplaklaştırılmış yaşama terk edildikleri açık. Filistinlilerin beden depoları olan kamplarda bombalar altında süren yaşamları, Beyrut’un bombalanması sonucu evleri yıkılan insanların göçü , Suriye’deki iç savaştan kaçanlar, Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali sonucu yerlerini terk edip başka ülkelere sığınanlar.
Aynı ülke içinde , aynı topraklar üzerinde hayatı olan insanlarla , çırılçıplak yaşamı olan insanlar. Çırılçıplak bir yaşama geçiş her an yaşanabilecek potansiyel bir durum. Dışlama aynı zamanda içsel.
İçerdekiler demokrasinin nimetlerinden yararlanan ulusu oluştururlar, dışarıdakiler ise karşılaştırma ve ayrışma yoluyla ulusun oluşması ve içerdekilerin demokrasiye sahip olabilmesi için gerekli olan sınırı. (Liakos- a.g.e)
Agamben’ e göre dışlama bir sapma ya da istisna değil , düzenli bir uygulamadır. Meyvesi nihai çözüm olan etnik temizliktir. Dışlama sadece sembolik ve hukuki değildir. Bunun emekle de ilgili bir boyutu vardır. Bütün dışlanmışların emeği tehlikeli, güvencesiz ve gayri resmidir. Çıplaklaştırılmış yaşama çıplaklaştırılmış emek karşılık gelir. (Giorgio Agamben – Kutsal İnsan)
Agamben’in sorduğu sorular önemlidir. Vatandaş kavramı, ulus – devleti belirleyen ülkeyi, ulus ve nüfus arasındaki ilişkiyi tanımlamakta hala yeterli midir? Acaba devlet milliyetsizleştirilmeli ve ulus da topraksızlaştırılmalı ve devletsizleştirilmeli mi ?
Agamben’in Avrupa’nın birleşebilmesi için önce Avrupalıların göçebeleşmesi gerektiğini belirtmekte. Bunun için Avrupalı kültürel üstünlük söylemine karşı çıkmak ve göçmen uluslar olarak kurulan ve ulusal anlatılarının merkezine göçmen ideolojisini koyan ülkelerin (Kanada , Avusturalya ) deneyimlerinden yararlanmak gerekmekte.
ABD de göçmen ülke olarak kuruldu. Amerikan şairi Emma Lazarus (1883 ) Özgürlük Heykeli’nin altında yazılı sonesinde Amerika’ya “sürgünlerin anası” der ve Avrupa’dan yoksulları, zulüm görenleri kendisine göndermesini ister. ( Liakos- a.g.e.) Oysa sürgünlerin anası bugün şiddetin anası hegemonik bir güç haline gelmiş durumda.
Dışlanmışların küreselleşmesiyle yeni bir kozmopolitlik oluşturulması önemli bir öneri. Yeni kozmopolitliği oluşturabilmek ise göçmenleri ilgilendiren düzenlemelerin, göçmeye zorlayan koşulların, savaşların, sınırların, kıtlıkların, insan hakları siyasetinin, insan depolama kamplarının, yardımseverlik siyasetinin, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi örgütlerin eleştirisiyle başlamalı.
Ulus ve devlet kavramını aşan yeni bir kozmopolitlik . Agamben bizi dışlanmış gibi hissetmeye ve düşünmeye çağırıyor.