Şahap Eraslan
Atatürk, yüceltilmiş baba
Osmanlı'nın yenilgileri, göçler, toplumdaki hareketlilik toplumdaki konumları, toplumsal hiyerarşileri, düzeni alt üst ediyor. Yani destabilize bir toplum ve belirsiz bir ortam. Bu durumlar kural koyucu, toparlayıcı, koruyucu bir baba figürüne gereksinimi çoğaltıyor. Çocukluğumuzda kurguladığımız her şeyi bilen, her şeyi gören, bizi her koşulda koruyan, güçlü, korkusuz ve mücadeleci bir baba. İşte bu idealler bir lidere yansıtılıyor. Liderin de bu gereksinimlere belirli ölçüde yanıt vermesi gerekir. Atatürk böyle bir ortamda oluşturulan mitolojik bir figür. “Yaşamımızda böylesine merkezi bir yer tutan Atatürk’ün ortalama insanın kafasındaki imgesi doğrularla abartıların bir karışımıdır... Süpermen gibi bir Atatürk imgesi oluşturur.”[1]
Mesele Atatürk’ün Süpermenliği değil de halkın Süpermen'e gereksiniminden kaynaklanır. Korkularını giderecek ve arzuların projekte de edildiği bir kişidir Atatürk. Toplumdaki dağınıklığı toparlayan kahraman gereksinimi, yani "sürüyü toparlayacak bir çobana” gereksinimden Atatürk yaratılır. Osmanlı’nın okullarında “her gün ‘padişahım çok yaşa’ diyerek zillullah (Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi) sayılan padişahın”[2] saltanatın kalkmasıyla başsız/babasız kalan toplum padişahın yerine Atatürk'ü oturtur.
Baba yüceltilir. Tanrısal baba yaratılır. Tanrısal bir babanın halkı olmak yenilmişlik duygusunun narsistik sızısını yaşayan topluma bir merhemdir de. Tanrısal bir lider/babanın çocukları olmanın narsizmi. Bu yüceltme toplumun gereksinimiyle de ilişkili: Onlar çok üstte, kendilerinin ulaşamayacağı bir figür istemektedirler. Çünkü onlardan biri olan sıradan bir baba ödipal çatışmada çabucak yok edilebilir ve kitle yeniden dağılabilir de. Bu nedenle Atatürk ulaşılıp yok edilemeyecek kadar yukarı çıkarılır yüceltilir. Bu yüceltmeyle halkla lider arasına mesafe konularak liderle reel bir ilişkinin de yolu tıkanır. O artık ulaşılmayacak yüceliktedir. “Mustafa Kemal bir peygamber, bir Tanrı haline gelince, onun eserleri de bir vahiy haline gelir."[3] Bu tanrısal güç ona daha önce başarılamayan Batılılaşma hamlelerini yapma imkânı da verir. “Tanzimatla başlayan Batılılaşma sürecinde en radikal evredir... yıkılmaz sanılan geleneksel kurumlar ve onları destekleyen zihniyeti birbiri ardına yıkar."[4]
Tanrı konumu onu diğer Tanrı ve emirleriyle de rekabet eder hale getirir. Dinsel otorite bu gücün karşısında prestij kaybeder ve tarihsel bir incinme yaşar. En derin narsistik incinme İslamcıların Atatürk düşmanlığında bu dinamik belirleyici olur. O güne kadar var olan ve İslam'la içiçeliğiyle meşruiyeti olan düzen, Batılılaşmayı ve değişimleri Hıristiyanlaştırma, dine, kutsala, tanrıya, tanrının kitabına saldırı olarak algılamış ve çevreye böyle yaymıştır. İşte bu gerekçelenmelerle organize olmaya çalışan güçler de zorla bastırılmıştır. Zor, travmatik anlatının en önemli kaynağını oluşturur. Burada İslamcılık ve dinsel referanslar zorla bastırılmıştır. Psikanalizde “bastırılanın daha sonraki dönemlere güçlü bir şekilde geri dönüşü” olarak tanımlanan şey günümüzde gerçekleşti: Günümüzün İslamcılığı bastırılmış olanın şiddetli bir biçimde dönüşü hem de iktidar olmasıyla da sonuçlanmıştır...
Bastırılmaya tepkiyi azaltmak için o zamanlar Atatürk “vatanı, ulusal onuru ve dini kurtaran bir lider” olarak sunulmuştur. O dönem ayrıca “merkezi bir tarih yazımının yerleşmesi”[5] yaşanılanların dönüştürülmesi ve başka türlü gerekçelendirilmesi sayesinde dine karşı değilmiş anlatısıyla değiştirilmiştir.
BABASIZ TOPLUM/AİLE
Osmanlı'nın son dönemlerinde savaşlar ve dolayısıyla erkeklerin sürekli savaş için orduya çağrılması, Anadolu’da erkek nüfusunun cephelere gönderilmesiyle azalması. Erkeklerin askerde ölmeleri (Çanakkale’de bu ölümlerle ilgili hikâyeler anlatılarak canlı da tutulur) ve bazılarının esir düşmesi ve yıllarca süren esaret. Birçok askerin yaralanması ve bazı organlarını cephede bırakıp bakıma muhtaç kişiler olarak köylerine, kasabalarına dönmeleri. Askerliğin uzun sürmesi ve bu süre içinde erkeksiz/babasız bir hayatın egemen olması. Yıllar sonra askere genç gidenler yaşlanmış, travmatik ve zedelenmiş kişilikleriyle geri gelmeleri. Bu dönemde erkeksiz/babasız, harabe babalar dönemi var.
Babasız bir toplum. İşte bu yıkılmış harabe insanlar kahramanlık söylencesinin ardına gizlenerek “erkekliklerini” korumaya çalıştılar. Babasız dönemde kadınlar babalık görevini de üstlendiler ve bu dönemde erkek vazifelerini de üstlendiler. Köydeki yaşlı erkeklerin (gücünü yitirmiş erkeklerin sadece sembolik erkeklik pozisyonunu koruduğu bir dönem). İşte bu yaşlı erkekler ya da cephede düşen ya da esir düşmüş erkekler üzerine kurulmuş bir söylence, anlatı erkekleri ve kahramanlıkları. Ama reel olarak düşen, ölen erkekler aynı zamanda kahramanlar. Bu dönemde erkeklik/babalık karmaşık ve yoğun çelişkiler içeren sosyal ve kültürel bir kurguydu.
Erkek çocuklar bu babalarla özdeşleşirken “olmayan ama masalsı babalarla” yaşadıkları düş kırıklıklarını yüceltilmiş üstün baba figürleriyle doldurarak kendilerini stabilize ettiler. Kahraman baba işte bu harabe, viran ve ölü babaların üzerine kuruldu. Yüceltilmiş baba gereksinimi dini ve milli kahraman babaları yarattı. Babaya/erkeğe dair anlatılan kahramanlık öyküleriyle cephede ölmüş, Yemen'de perişan olmuş, Trablus’tan çekilmiş, Ruslara esir düşmüş babaları onarmak amaçlıdır.
‘BABASIZ TOPLUM’DAN ‘GÖRÜNMEZ BABALAR’A
"Babasız toplum"i psikanalist Mitscherlich’in 1973’te bir fenomeni anlatmak için geliştirdiği bir kuram. Modern toplumda üretim biçiminin ve buna bağlı üretim ilişkilerinin başka türlü organizasyonuyla yeni bir baba-çocuk ilişkisi oldu. “Görünmez baba” [6] ortaya çıktı. Babaların çocukların hayatından çıkmasıyla real babanın kaybolması ya da ulaşılmaz olması aynı zamanda çocukta arzuları ve beklentilerini projekte ettiği bir imajiner baba figürünü oluşturdu. Real babalar yıkık, güçsüz, çocuğun hayatında olmayan kişilerdi. Geleneksel tarım toplumlarında köylerde ve kasabalarda babanın ve çocuğun dünyası ayrı değil. Üretimin içinde çocuk anne ve babayla büyüyor. Tarlada, bahçede çalışan çocuklar anne/babanın yanındalar. Çocuk erkek olmayı babasından ona özenerek ve çalışmayı ondan öğrenerek büyüyor. Bu sistemde baba çocuğun öğretmeni ve modeli.[7] Çocuk babaya özenerek ondan öğrenerek ve ustalaşarak onu geçiyor.
Kentte baba evden uzakta, çocuğun ulaşamayacağı bir yerde çalışıyor. Çocuğun ve babanın yaşam alanları ayrılıyor. Çocuk aile dışında bir kuruma (okul, cemaat) ve kişilere (öğretmen/hoca) gönderiliyor. Çocuğun babadan öğrenememesi, ondan takdir alıp onun yanında ustalaşamaması ve onu geçmesi imkânsızlaşıyor. Çocuk babayla yaşayacağı çatışma ve çelişkileri kurumsallaştırılan ilişkilere aktarmak zorunda kalıyor. Bu ilişkiler ama bu sorunların evdeki gibi çözülmesine uygun değil. Baba ve çocuk arasında olan sevgi ilişkisini bu kurumlarda bulmak zor. Mesela bir hata yaptığınızda baba size kızabilir ama ilişkiyi genelde sonlandırmaz (kızar, bağırır) ama siz evde kalmayı sürdürürsünüz. Okul kurala uymayınca sizi atabiliyor.
Yani babayla ilişkide güvence veren evladı olan ve sevgi kurumla olan ilişkide mevcut değil. Kurallara uyup otoriteye sorun çıkarmadığınız sürece rahatsınız ve kurum çocuğun otoriteyle sorununun çözümünde çatışma alanını çok sınırlı tutuyor. Ödipal sorun kuruma aktarılıyor ama bu çatışmanın sınırları ve çerçevesi bu çatışmada çocuğun alanının çok daraltıyor. Bu ödipal sorun çözümden çok erteleniyor.
Tarım kültüründeki baba geçmişte bu işlevi yerine getiremediğinden de “babasız” ve “baba kültürü”nden (=Väterkultur)[8] yoksun bir topluluk oluşturdu. Babaların uzun dönem askerlik yapmaları, savaşa gitmeleri (travma geçiren babalar) ve çoğunun geri dönmemesinin yarattığı reel bir durum vardı.
Yaşlı insanların (kaynana, kayınbaba) otorite (yaşlılık hiyerarşisinden ötürü) sayıldığı bir evde kadınlar çocuklarına annelik yapmak durumundaydılar. Yetişkin merkezli bir kültürde çocuklar geri planda tutuldular. Yetişkin merkezli kültürlerde ailede yaşayan yetişkinlerin gereksiniminin giderilmesi önceliklidir. Mesela ailedeki yetişkinler (kayınbaba, eş=yetişkin) aç ya da susuzsa önce bu insanların gereksinimleri giderilir. Yani yemek sofrasında öncelik yetişkinlerdedir. Bu da çocukların geri itilmesi, duygusal ve fiziksel gereksinimlerinin yetişkinlerden daha az önemsenmesi demek.
Bunun bir anlamı da çocukların bu kültürde ihmal edilmesidir. Bu durum tek realite ve tanrısal bir gerçeklik gibi gördüğünden bir suçluluk duygusu yaşanmaz. Anneler yetişkin merkezli kültürlerde önce gelin sonra annedirler genellikle. Üretim ve yetişkinler önceliklidir. Soframızdaki yerleri öküzümüzden sonra gelir yani...
Babanın olmadığı, genelde üretimden düşmüş erkeklerin (dede) erkek rolünü üstlendiği, gücünü gelenek ve kutsaldan alan ama bedensel olarak güçsüz, “üretime katılamayan” erkeklerin güçlü baba konumunda olmaları bu insanların çocuklar tarafından güçlü, koruyucu, kollayıcı olarak yüceltilmelerini güçleştiriyor.
Anneyle nine/dede ilişkisi çok ritüelize ve kurallı ama duygusallıktan uzak. Çocuk bu anlamda aseksüel, bedensel yakınlıkların olmadığı, duygusal soğuk bir ortamda büyüyor. Bu ilişkide anne genelde dedeye karşı ürkek ve çekingen (bazı yörelerde gelin yıllarca gelinlik yapmak zorunda ve kayınbabayla konuşma yasağıyla yaşıyor). Gelinlik eden, çekingen ve ürkek bir anne de çocuğa çok güvence veren bir kişi değil. İşte bu durum yüce, güçlü, tanrısal gücü olan, insanüstü bir baba gereksinimini de artırıyor.
Bu aile ortamında cinsler arası ilişkiler ve gerilimlere kuşaklar arası sıkıntılar da yükleniyor. Çocuk açısından dedeyle ilişkide çocuk baba kuşağını atlamak durumunda. Kadın erkek arasındaki ilişki normal koşullarda kadın cinselliği üzerinden gizli güç kazanır bazen ve kendisini ilişkide söz sahibi edebilir (naz yapmak, cinsellikte kendini geri çekerek erkeğe sözünü yer yer geçirebilir). Babanın olmadığı durumda kadının gücü yoktur ve güce ulaşabileceği kapılar da kapalıdır. Baba yoktur ama savaşta/askerdedir. Yani aynı zamanda vardır. İşte var olan ama reel hayatta çocuğun etrafında olmayan baba keder ve üzüntü bırakır ama ayrılık yasa dönüşemez. Bu da yası tutulamayan bir ayrılık ve buna bağlı karmaşık bir durum yaratır. Bu nedenle olmayan baba hayata entegre de edilemez. Yok ve olmayan ama var olan bir baba.
Bu durum fanteziye çok alan açar. Bir yandan reel yokluğundan ötürü üzüntü veren ama aynı zamanda da özlemden ötürü de çok yüceltilen baba. İşte bu yüceltme baba geri döndüğünde büyük bir düş kırıklığı demek. 5 yaşında bırakılan çocuk artık 10-11 yaşındadır. Çocuk ergenlik öncesinde biridir. Geri dönen baba ayrıca fantezideki babaya hiç benzememektedir. Bir adam geri döner ama bu duygusal ilişki kurulamamış bir babadır ve bu ilişkiyi belirleyen yabancılık duygusudur. Çocuk babasız yaşamıştır, baba ise baba rolünün ve konumunun kavgasını vermek zorunda kalır. Çocuk bu babayı geçmek, yenmek de istemez. Babayı geçmek ödipal başarı tadı vermez yani...
BABAYI GEÇEMEME/ARKA TEKER OLMANIN SIKINTILARI
Bir başka sorun ise köyde bir çocuk ergenlikte babanın yapabildiği becerileri çabuk edinirken (tarla sulamak, ekin biçmek, hayvan otlatmak, hasat yapmak) kentte babayı geçmesi zor bazen imkânsız. Günümüzde ‘ergenliğin uzaması’ olgusu var. Bir kişinin hayatını sürdürebilecek psikolojik, ekonomik, sosyal olgunluğa ulaşabilmesi için gereken sürenin uzaması kastediliyor. Ergenlik eğitim yüzünden de uzuyor. Kentli biri okul, üniversite, iş bulmak, deneyim edinmek için 30’lu yaşlara kadar ailesine bağımlı. Mesela kentteki bir kişi günümüzde vergi dairesinde çalışan babasının konumuna gelmek için, yani ödipal olarak babaya ulaşması için çok zamana gereksinim duyuyor.
Aileye bağımlılık aileyle arasına mesafe koymasını otonom olmasını da zorlaştırıyor. Günümüzde birçok insan babasının konumuna ulaşamıyor mesleki anlamda babasını geçme imkânına sahip değil. Çocuk başka alanda başarılı olduğunda da babayı geçtiğinin kutlamasını yapmakta zorlanıyor. Mesela çocuk okudu, 40’lı yaşlarında başarılı bir avukat. Taşradan gelip kentin gecekondularına yerleşen ve toplumsal hiyerarşide yükselmenin eğitim üzerinden olduğu bu bağlamda eğitimin çok önemsendiği durumlarda yoksulluktan ötürü çocukların eğitimi ailenin fedakârlığıyla mümkün. Bu fedakârlık eğitimdeki başarıyı da ailenin bölüşmesi, kolektif bir başarı demek. Böyle bir fedakârlıktan ötürü çocuk anne/babasına minnet kıskacında kalıyor. Babası ise şimdi emekli, yaşlı, sağlık sorunları yaşayan biri artık. Böyle bir durumda yaşlı, emekli bir babayı geçmiş olmayı kutlamak bir zalimlik olacağından ödipal sorun çözümsüz ama çözülmek zorunda olarak ortada kalıyor.
Minnet duyulması gereken babaya/anneye isyan nankörlük olarak görülüyor ve çocukta anne/baba eleştirisi ciddi suçluluk duygusu da yaratıyor. Yaşlı ve hasta bir babayı geçmek gurur veren bir proje değil. İşte bu durum imajiner baba gereksinimi artırıyor.
Çocuktaki normal gelişimde kahraman ve güçlü sayılan babayı geçmek, onun gücüne ulaşmak yaşanmadığından çocuksu imajiner, tanrısal ve güçlü özelliklere sahip baba çocuğun gelişim süresince ve yetişkinlikte de içinde kalıyor. Yetişkin insanların masalsı kurtarıcı, keramet sahibi anlatılara inanması biraz da bu durumla ilgili. Babayla olan ikilemli ilişki bir çözüme kavuşmuyor. Baba figürleri, otoriteye bağlılık, korku, yüceltmeler karmaşası oluşuyor.
“Babasız toplum”un çocukları annenin dünyasına yakın yaşıyorlar. Burada annede çocuk babayla da karşılıyor, çünkü anneliğin yanı sıra babanın da kurallarını temsil edip babanın yokluğunda “baba”yı da çocuğa öğretmek (babana söylerim, baban gelince yemek yeriz, baban duymasın =burada anne çocuğuyla babadan sır saklayarak koalisyon yapıyor. Annenin partneri baba ve bu kişiler arasında sırlar var. Anne bu durumda oğlunu partneriymişçesine sır ortağı yapıyor) zorunda. Bu durum anne/çocuk ilişkisine fazladan yük de getiriyor. Bir yandan anneyle yoğun bir yakınlık var aynı zamanda ensest korkusu da. Ayrıca sıkça “agresif baba”nın da evde olmaması çocuğa, anneye rahat bir alan da bırakıyor. Baba bu kontekste eve yorgun gelen, yemek yiyip uyumak için gelen adamken çocuk duygusal bir baba bekliyor da. İşte bu gereksinimler yine “yüceltilmiş baba” gereksinimini çoğaltıyor.
Geleneksel toplumun çözülmesinden sonra oluşan modern toplum babalarının kaybolması, toplumun babasızlaştırılması[9] anlamına da geliyor. İşte bu durum özdeşleşme açlığını (Identitätshunger)[10] zorlaştırıyor.
Yaşadığımız çağı 1978 yılında Margarette Mitscherlich örnek/modellerin olmadığı bir dönem olarak tanımlar.[11] Babaların eksikliği başka sorunlar da oluşturmakta. Çocuklar anne/babalarını yüceltiyorlar. Bu ideal anne babayla özdeşleşerek kendilerini güçlü saymaları, yücelik ve muhteşemlik fantezileri sayesinde otonom olmayı, bağımsızlaşmayı denerler. Ama yetersizlikleriyle karşılaşırlar, işte bu bir incinmedir. Realite çocuğa henüz büyümediğini öğretir. İşte burada çocuk yücelttiği anne/babasına özenerek onlar gibi olmayı isteyerek hayatla baş etmeyi dener. Babalar olmayınca örnek olacak, model olacak babalar yoktur artık. Günümüzde insanların çocukta tutumlarına tanık oluruz, mesela kocaman insanlar “elimden biri tutsa” ya da “bir dayı bulsam” diye cümleler kurarak bir çocuk gibi yetişkin/otorite birinin elinden tutmasını beklerler (kendi çocuklarının elinden tutması gereken birinin böyle söylemesi çocukça bir tutumdur).
Mitscherlich “defansif ideal” (defesiven İdeal) den söz eder.[12] Başarısız bir babanın ürkekliğiyle özdeşleşen çocuğun çıkmazına işaret eder. Hayatını başaramayan babanın evde şiddet göstermeyi, öfkesini evde kusmasını ve bu güçlü görünen güçsüz babanın defansif idealleriyle çocuk özdeşlemek zorunda kalır. Dış dünyada reel hayattaki zorlukları aile hayatına yansıtması bu duruma örnektir. Otoriteden, devletten korkar ama devletten beklentileri vardır, devleti babası saydığı için de kendi malı (babası) gibi görür ve devletle ilişkisinde gelişen şiddeti ama ailesine yansıtır.
Aşağılanan çocuklar bir dönem sonra hata yaptıklarında yahut aşağılanacaklarını sandıkları durumlarda başkalarının kendilerini aşağılamasının incinmesinden korunmak için kendilerini aşağılarlar. Kendilerini aşağılamaları, başkalarının aşağılamasını engellemenin yanı sıra incinmeyi kontrol edilebilir ve sınırlı tutabilmeyi amaçlar. Başkalarının/otoritenin kontrolsüz, nereye varacağının kestirilemeyeceği durumlardan kaçınırlar.
Mesela bir hata yaptınız baba/hoca/şef sizi aşağılayacak. İşte bunu engellemek için kişi kendini “salak gibi hata yaptım” gibi aşağılayarak ötekini engellersiniz. Bu kişilerde kendilerini aşağılıyor görünme çok yıpratıcı sonuçlar bırakmaz. İşte böyle yaşam stratejileri geliştirenler başkalarına/düşmana da zalim olabiliyorlar.
ZAYIF BABA VE GÜÇLÜ BABAYA ÖZLEM
İnsanların genelde kişisel idealleri vardır. Cemaatlere çocuklarını gönderenler sadece çocukları “iyi bir Müslüman olsun”u amaçlamıyor, aynı zamanda eğitim görsün ve hayatı başaracak meslek de edinsin istiyorlar. Bu insanların iyi bir meslek, rahat bir hayat, iyi bir insan olmak idealleri oluyor. Margerette Mitscherlich, kişinin idealinin elinden alınarak ona yüceltilmiş tanrılaştırılmış bir Führer’in yanlış idealinin verilmesinin hayal bile edilemeyecek kadar zulme yol açacağından söz eder.[13]
Cemaatlerde genelde bireyin idealleri cemaatin idealiyle değiştirilir. Zayıf/güçsüz/ya da olmayan baba güçlü baba gereksinimi çoğalttığından hocalar/liderler/kendinden emin güçlü görünerek, dünyadaki karmaşık konulara yanıtı olan kişiler olarak kendilerini sunarak ve bu durumu da kutsalın kontrolünde/güvencesinde yaptıklarını söyleyerek insanların ideal benlerinin manipüle edebilirler ve çocukların kendilerine itaat etmesini sağlarlar. İyi bir insan, iyi bir meslek sahibi olmak, yuva kurmanın yerini vatanı (kolektif yuva) gavurlardan temizlemek ideali için uğraşırlar.
Mitscherlich babanın fiziksel yokluğu (bazen de baba duygusal ulaşılmaz olduğu) durumlarda anne-çocuk arasında özel bir yakınlık oluştuğunun altını çizer.[14] Çocuğun anneden uzaklaşıp bağımsızlaşması, babaya yakınlaşarak anneden uzaklaşmayı başarması zorlaşır. Baba bazen çocuğun anneden uzaklaşıp babayı dinleneceği bir liman gibi görmesinin yolunu tıkar. Kayıp babalar ayrıca bu çerçevede beklenen bir biçimde yüceltilemediğinden, özdeşleşmeye imkân vermediğinden çocukta büyüme korkusu da yaratır. Bir yandan çocuk kaçınılmaz olarak gelişir ve büyür ve büyümeyi arzular buna paralel ama büyüme korkusu yaşar. Büyümek baba gibi olmaktır çünkü. Anne de çocuğunun büyüme sevincine korkusunu karıştırır. O da gidip yıllarca gelmeyecek belki de bir daha dönmeyecektir.
Modern toplumda evlenip kendi düzenini kurup anneyi terk edip dönmeyecektir (köyde çocuklar annelerinin evinin birkaç metre ötesinde kendi evlerinde mekân olarak uzak olmayan bir evde yaşıyorlardır. Ayrıca anne kutsal olduğundan çocuk annesiyle özel ilişkisini sürdürebiliyordur). Askerliğin, şehitliğin yüceltilmesinin anne için başka anlamları da var yani.
Baba zayıf olup kendi kuşağının sorununu çözemiyorsa, bu sorun gelecek kuşağa miras kalıyor. Kuşaklar arası aktarıma örnek olarak gösterilebilir: Almanya’da birinci kuşak göçmenler hızlıca para kazanmayı ve birkaç yıl sonra memleketlerine dönmeyi amaçladıklarından dolayı yaşadıkları sorunlarda çatışmaya girmekten kaçındılar ve öfkelerini içlerine attılar. İkinci kuşak “Almancı” gençler çeteler kurdular, sokak kavgaları yapmaya başladılar. Buradaki yerli halk bu "sakin" göçmenlerin şiddetine şaşırıp kalıyordu; birinci kuşağı sakin ve itaat eden insanlar olarak tanımışlardı. Bu çeteler geçmiş kuşağın dışavurulamayan öfkesine kendi öfkelerini de ekleyince sokaklarda kavga eder duruma geldiler.
Anne/babalar buradaki otoriteyle (şef, müdür, devlet ve kurumlar) sorun yaşadıklarında oluşan öfkeyi dışavuramadılar. Öfkenin dili, dışavuruş biçimleri farklı kültürlerde farklı olduğundan oluşan öfke dışavurulamadı. Çocuklar anne/babalarıyla özdeşleşirken bilinç ötelerine anne/babanın kendi içlerinde korudukları öfkeyi de içlerine aldılar. İşte bu öfke çocuklarında iç dünyalarına geçti ama kendilerine ait olmadığı içinde yabancı olarak kaldı. Bu fenomeni bir organ nakli gibi düşünebiliriz: başkasına ait olan, anne/babanın öfkesini içinize alıyorsunuz ve size ait olmayan bir şey size eklemleniyor.
Organ naklinde iki taraf da bu durumdan haberdar. Öfkenin kuşaklar arası bilinç ötesi aktarımında farkındalık yok. Anne babasının boyun eğen, itaatkâr, kendisini savunamayan hali çocuklarda ayrıca başka bir öfke uyandırdı. Bu öfkenin farkındaydılar ama öfkeyi yaratan kendilerinin ilişkisi değil başkasının (anne/babanın Almanlarla olan ilişkisindeki, Almanlara gösterilemeyen/gösterilmeyen öfkesiydi. Bütün bunlar öfkelerin katlanması ve çoğalması demekti. Bir kuşak (babalar ve anneler) otoriteyle ve toplumla ilişkisinde öfkeyi içine attığında, gelecek kuşak anne ya da babayla özdeşleşirken bu öfkeyi de kendi içine alıyor. Aynı zamanda babayı otorite karşısında boyun eğerken gördüğünden, korkak ve güçsüz babayı da içselleştiriyor. Hem öfke hem de korkaklık içeride birikiyor ve bu iki duygu karşılıklı birbirine sorun olup büyüyor. Otoriteye boyun eğen korkak babaya kızan, aynı zamanda otoriteye öfkelenen, bununla birlikte babayla özdeşleşen ama baba gibi olmak istemeyen çocuk... Psikolojik kaos burada oluşuyor. Bu anlamda ikinci kuşakta hıncın oluşması bu katlanan ve uzun süren öfkeyi içeride tutmakla da ilişkili.
İçselleştirdiğimiz duygular ve ilişkilenme biçimleri, bazen içimizde bize ait olmayan, yabancı bir şey olarak sanki bir kavanozda saklanıyormuşçasına kalırlar. Psikanalizde introjeksiyon (içe yansıtma) dediğimiz, travmatik bir şeyin içimizde bize eklemlenmeden durması gibi. Ya da içselleştirdiğimiz şeyler bize eklemlenir, bize ait olur. Eğer özdeşleştiğimiz bir duygu eklemlenmiş ve uzun yıllar kişinin bir parçası olmuşsa bu kişinin bundan ayrılması çok zordur.
İslamcıların uzun yıllar boyunca öfkeyi içlerinde tutmaları, onu kendilerinin bir parçası olarak yaşamaları da hınca dönüşüyor. Bu birikmiş ve içlerinde yıllanmış öfkeden vazgeçmek kocaman bir boşluk yaratacağından, üstelik inanç sistemlerini ve ilişkilenme biçimlerini bu öfke belirlemişse, bu öfkeden kurtulmak bir "hiç" olmak olacağından, vazgeçmek mümkün olmuyor. Vazgeçilemeyen, bitirilemeyen öfkedir hınç.
LAFI UZATTIM GALİBA
Toplumumuzda birbirine zıt grupların sorunlarındaki benzerlik ve buldukları çözümler de benzeşiyor. Dinin kutsanmasına bulunan yanıt cumhuriyetin kutsanması. Babasız toplumlarda bu gereksinime kültür çeşitli yanıtlar bulur. Kimileri için Atatürk ideal baba/erkek/otoritedir, kimilerine göre de Muhammed insanlık tarihi boyunca yaşamış en ideal insan/erkektir ve gelecekte de böyle biri yaşamayacaktır. Alevilerin duvarlarında Ali fotoğrafları oturma odasının en üst köşesinde (yücelerde) asılıdır. Kutsal yok olmuyor yani, Aydınlanmacıların da hayatında dönüşerek varlığını sürdürüyor.
Kutlamalarda bir Mehdi beklentisi, bir kurtarıcı beklentisine vurgu yapılıyor. Yeni bir Atatürk gerek. Oysa yenisini kabul etmek, psikolojik olarak mümkün değil. Yeni Atatürk gelse bile bu kez de eskiye sadakat çelişkisi yaşanacaktır. İdeal olan eskisinin bir mucize olarak gelip oluşan sorunları çözmesidir. Bu kadar mucize arayışının bir başka ilginç yanı ülkenin normal bir şekilde kurtarılamayacak hale gelmiş olmasıdır. Bu nedenle Mehdi inancı hep canlı tutulur.
Mehdi beklense de gelmeyecektir. Beckett’ın anlattığı belki de buydu. Yapılacak olan galiba, (psik)analitik bir yol izlemekle ve gelecek için geçmişte yol almak ve bu yolculukta geçmişten bize miras bırakılan sorunlarla yüzleşmek. Yüzleşmek belki de bizi birleştirecektir. Yüzleşmek hem kendimizin hem de ötekinin yüzüne bakabilme özgürlüğünü ve özgüvenini beraberinde getirecektir.
BİTTİ
[1] Hasan Ünder, "Atatürk İmgesinin Siyasal Yaşamdaki İmgesi", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Kemalizm içinde, 2. Cilt (İletişim Yayınları, 2021), 10. baskı, s. 138.
[2] age, s. 146.
[3] age, s. 150.
[4] age.
[5] age, s. 143.
[6] Alexander Mitscherlich, Auf dem Weg zur vaterlosen Gesellschaft (Piper Verlag, 1996), 10. Baskı, s. 172.
[7] age, s. 194.
[8] age, s. 182.
[9] age, s. 201.
[10] age, s. 198.
[11] Das Ende der Vorbilder (Serie Piper, 1986), 3. baskı.
[12] age, s. 15.
[13] age, s. 19.
[14] age, s. 29.
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.