Aykan Sever
Barış ve sorumluluk
Bugünlerde Kolombiya "barış"ı üzerine yazmak bir kere daha farz oldu. Bunun nedeni maalesef Kolombiya’da FARC-EP ile yapılan barış anlaşmasının olumlu bir seyre evrilmesi değil daha çok Türkiye’de gündeme gelen barış tartışmaları.
BARIŞa değer veriyorsanız, olabileceğine inanıyorsanız bunun gerçekten nasıl mümkün olabileceği tartışmak kaçınılmaz.
Kısaca Kolombiya’da gelinen son durumu özetleyecek olursak 1948’den bu yana Kolombiya oligarşisinin başlattığı ve zamanla ABD’nin desteklediği iç savaş maalesef tek taraflı olarak devlet eliyle sürdürülüyor. Mevcut Duque hükümeti olası bir iktidar değişikliğini engelleme adına bu iç savaşı derinleştirmek için yeni özel ordular kuruyor. Kolombiya’da Duque yönetiminde koka üretim alanı 46 bin hektardan 200 bin hektar alana yayıldı. Yıllık 1.120 tonla dünya kokaininin yüzde 70’inden fazlasının ürettiği resmi verilere yansırken Kolombiya oligarşisinin egemenlik kaynağı olarak avokado üretimine sarılmasını, devlet terörüne son vermesini bekleyemezsiniz.
FARC-EP ile yapılan barış anlaşmasından bu yana 1145 sosyal lider katledildi. Ayrıca 259 barış imzacısı eski FARC-EP savaşçısı.(indepaz) Bu arada toplu katliamlarda öldürülen yüzlerce kişi, zorla kırsal alandan göç ettirilen milyonlarca insanın muhtemelen kaydı bile tutulmuyor.
Özel Barış Hukuku (JEP) mahkemesi geçen hafta nihayet dayanamadı Duque hükümetine hususen eski savaşçıların öldürülmesini engelleme talimatı verdi. Bu emrin en genelde egemenler açısından bir hükmü olduğunu sanmıyorum. Çünkü bu katliamlara cevaz verenin bizzat devlet olduğu çok da gizlenmiyor. Katliamlar oligarşi açısından aynı zamanda bir kan davası. Örneğin JEP geçtiğimiz haftalarda 2002-2008 yılları arasında en az 6 bin 402 kişinin devlet güçleri tarafından yargısız infaz sonucu öldürüldüğünü açığa çıkardı. Resmi bilgilere göre aynı dönemde devlet tarafından öldürülen insan sayısı daha çok, 12 bin 908. Gerçekse muhtemelen daha fazla.
Sorumluların çoğu hayatta ve öyle ya da böyle hükmetmeye devam ettiler, ediyorlar? Sonuç? Acele etmeyelim değil mi, nasıl olsa şimdilik nefes alabiliyoruz. Peki alamayanlar ne olacak? Onları herhangi bir çağrı, mahkeme kararı geri getirebilecek mi? Kimdir bütün bu ölümlerin sorumlusu? Nobel barış ödülleri verenler, BM nerede? Maalesef kendisi de devlet terörünü yakından solumuş Şilili BM İnsan Hakları Komiseri Bachelet bile duruma gözlerini kapayabiliyor. "İnsan hakları ve demokrasi"ye önem verdiğini ikide bir telaffuz etmekten zevk aldığı kesin olan Biden yönetiminden Kolombiya halkı değilse de, Trump’la da arası iyi olan Duque hükümeti umutlu. Çünkü eski Başkan Ernesto Samper(1994-1998) döneminden bu yana çeşitli kereler Kolombiya siyasetinde uyuşturucu parasının ve yolsuzlukların rol oynadığı ABD’nin resmi raporlarına yansımış vaziyette. Son Başkanlar Duque ve Santos dahil. Ayrıca paramiliter grup AUC’la eski Başkan Álvaro Uribe’nin yakınlığı 90’lı yıllardan bu yana biliniyor. Çünkü olay ört bas edilse dahi olay en azından mahkeme tutanaklarına yansımış durumda, duymadık, görmedik diyemezler. Öncesi onlara dokunulmadıysa şimdi de Kolombiya’daki narco-terör devletine karşı adım atılmasını olasılığını varsaymak fazlasıyla boş bir beklenti olur. Ayrıca Küba’ya haksızca uygulanan ambargonun ve Venezuela’da paramiliter güçlerle iş birliği yaptığı belgeli "muhalif" lider Guaidó’nun destekleneceği bir kere daha ABD Dışişleri Bakanlığı’nca geçen hafta teyit edilmişken.
Bugünkü gelinen durumda Kolombiya devletinin ve oligarşisinin iki yüzyıllık yönetme pratiğini maalesef değiştirmeye zorlayacak uluslararası bir güç yok. Fakat barış gibi önemli bir başlıkta barışın geleceğini teminat altına alacak dünya çapında bazı tedbirler mutlaka olmalıydı. Dünyada bugün çoğunlukla iktidarı ele geçirenin keyfince hükmettiği bir devirde maalesef böyle bir olanak yakın vadede gözükmüyor.
Neyse ki Kolombiya Duqeulerden ibaret değil. Nereye kadar neyi değiştirebilirler burası belirsiz olsa da Kolombiya’da geniş kesimlerin desteğini alan sosyal demokrat aday Gustavo Petro 2022 seçimlerine şimdiden hazırlanıyor. Petro’nun neyi ne kadar değiştirebileceğine şüpheyle yaklaşmamın nedeni öncelikle Petro gibi verili düzeni sarsma ihtimali olan kişilerin düzenin fiziki hışmına uğrayabileceği endişesi. Muhtemelen kendisi de farkında fakat mücadelesine devam ediyor. Petro ittifak ilişkisini bizdekilerin tersine insanları nesneleştiren, aritmetik bir toplam alarak algılamak yerine değişim isteyen toplumsal hareketlerle doğrudan ortaklaşmayı önüne koyan bir politik pratik sergiliyor. Halbuki "Umut Koalisyonu" adı altında, Petro dahil olursa seçimlerin yüzde yüz kazanılacağı ama önünde başkanlık koltuğundan başka neyi amaçladığı bir hayli belirsiz bir ortaklık olanağı da varken.
Adını yakın zamanda Comunes olarak değiştiren legal FARC adına uygun bir tarzda yerel alanda dayanışma çalışmaları örgütlüyor. Fakat bunun siyasetin geneline yansıması zaman alacaktır. Katliamları engelleme konusunda ise bir politika geliştiremiyor. Adeta barış bu yönüyle onlar açısından bir tuzağa dönüşmüş bir durumda. ABD ve Kolombiya yönetimlerinin gerçekleştirdiği provokasyonlar sonucu yeniden silahlanan FARC grubu ise etkisiz. Şimdilik Duque hükümetinin gitmesi ve kalıcı bir barışın olanakları üzerine beklentilerini yoğunlaştırmış gözüküyorlar. Diğer gerilla örgütü ELN’nin ise görece son dönemde kırsal bölgede etkinlik alanlarını genişlettiği, gerilla sayısını 2 bin 500’den 3 bine çıkardığı haberlere yansıyor. Fakat bu durumun ülkedeki genel siyasal tabloyu etkileyecek bir sonucu henüz görülmüyor.
Hikâye yaratmayan memleket
Tarihi istesek de bugünden başlatamayız. Barış konusunda da bu böyle. Her şeyden önce kendi tecrübelerimiz, başka halkların deneyimleri var. Kimi yazarların "zamanın üzerimize kapanması" diye tarif ettiği fasit dairenin içinden çıkmak için gerçekten bir değişime ihtiyaç var. Bir kadere dönüşmüş olan döngünün mış gibi yapılan siyaset anlayışıyla aldatabileceğini, atlatılabileceğini sanmıyorum.
Burada yaklaşık iki yıl önce aynı mahiyette meseleleri tartıştığım bir yazıya (1) başvurmak istiyorum. O yazıda sürdürülebilir bir barışın asgari koşullarına diye sıraladığım Karşılıklı silah bırakma, Demokratikleşme, Toplumsal katılım başlıklarının altında dile getirdiklerimin bugün yetersiz kaldığını düşünüyorum.
Örneğin o zaman Karşılıklı Silah Bırakma başlığı altında "Kısaca her ikisi de bölgelerindeki en büyük askeri güç olan Kolombiya ve Türkiye orduları öncelikle kendi halklarına karşı bir savaş örgütü olmaktan çıkarılmalıdır. Paramiliter tüm gruplar silahsızlandırılmalıdır, yargılanmalıdır." diye ifade ettiklerimi bugün yetersiz görüyorum. Çünkü mevcut militarist devletler, silahları üreten sermaye kesimleriyle birlikte un ufak olmadan bu zor. Aldatmaca olmayan gerçek bir barış teşebbüsüne dahi elverişli bir zihniyet taşımadıkları yeterince görülüyor.
Burada kısaca "tek taraflı ateşkes" çağrılarına da değinecek olursam, bu öncelikle politik ve insani sorumluluk alabilecek bir konumdaysanız anlamlı bir çağrı olur. Yoksa kaçınılmaz bir biçimde speküle edilmeye mahkum bir monolog olmaktan öteye gitmez. O kısmı geçtim kendi kendinize konuşuyorsanız dahi gerekçeleriniz de tutarlı olmak zorunda . "Kürtler soykırıma uğrayacak, o yüzden Kürt hareketi silah bırakmalı" lafının HDP’nin sadece kapatılmak değil el birliğiyle siyasetinin yok edilmeye çalışıldığı, İçişleri Bakanı’nın insanları parçalamaktan bahsettiği bir zeminde zulüm sahibinin hayrına dua mırıldanmaktan öte bir anlamı var mı?
Mesele tabii benim ne düşündüğüm ya da sandığım değil yapılabilecekler. Her şeyden önce kendini eylemsizliğe mahkum eden bir muhalefet anlayışının değil BARIŞ, iktidarı tedirgin edebileceğinden bile emin değilim. Örneğin sizce Myanmar’da darbeye direnenler, canlarını veren insanlar, cunta giderse oylarıyla rahatlıkla onun uzantılarını alt edebileceklerini bilmedikleri için mi bugün sokaklarda direniyorlar?
Türkiye’de siyasete, kültüre egemen olan şiddet kuşkusuz bir çok açıdan çürümeyi ve yozlaşmayı da beraberinde getirdi. Bunların da katkısıyla, bugün Türkiye’de bir toplumun varlığından bahsetmek epey zorlama olur. Örneğin cezaevlerinde başlatılan açlık grevinin 101. gününde olduğunu, Meriç Nehri’nde ülkeden kaçmak isteyen bir çocuğun daha boğulduğundan kimin haberi var, olsa da kim dert ediyor? İsteyen 15-20 yıl önceki futbol taraftarlığıyla bugünkünü de karşılaştırarak gelinen durumu değerlendirebilir. Benim diyeceğim politik iktidarın hegemonya üretme isteğinin yarattığı parçalanmışlığın da katkısıyla 12 Eylül’den bu yana zaten yönü olmayan, değişim umudu taşımayan toplum daha fazla atomize oldu. Bugün ortak değerlerini kaybettiği gibi yenisini üretmekten de yoksun. Gezi İsyanı bunu aşma doğrultusunda bir arayışı temsil ediyordu. Bu isyan devam ettirilip, kapsamlı bir hesaplaşmaya dönüştürülebildiği takdirde ancak birlikte konuşmaktan, ortak ve yeni bir gelecekten bahsetmek mümkün olabilir.
Yoksa hikâye yaratmak yerine artık anlatacak öyküsü kalmayanların yeni bir gelecek yazmak isteyenlerin umudunu da boğarak kendi onulmazlıklarına derman aradığı bir kabusu yaşama devam…