Barışın adı yok!

Başı her sıkıştığında, ülke içinde yönetim krizi her baş gösterdiğinde anti-Kürt söylem ve uygulamalara yönelen AKP şimdiye kadar hiç yanılmadı. Her seferinde muhalefet hazırola geçti, karnı aç kitleler milliyetçi hamasetle doyuruldu.

13 Kasım günü saat 16:20’de Beyoğlu-İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirilen bombalı saldırıda hastaneye kaldırılan yaralıların neredeyse ilk muayenesi bile yapılmadan faillerin bulunup saldırının arkasındaki organizasyon şemasının sözümona ortaya çıkarılması ortada bir tuhaflık olduğunu gösteriyordu zaten.

Saldırının Erdoğan’ın ABD Başkanı Biden’la görüşeceği Endonezya seyahatinden hemen önce yapılması, İçişleri Bakanı’nın saldırı esnasında Suriye’nin İdlip kasabasında briket evlerin açılışında bulunması ve döner dönmez PKK, YPG ve ABD’yi sorumlu tutarak “Mesajı aldık, çok güçlü cevap vereceğiz” demesi, saldırıdan kısa süre sonra yakalanan zanlının genel vaziyeti, saldırıdan sonra gittiği evde ilk iş üzerine NewYork yazılı kıyafet giymesi, (saldırı esnasında haki renk bir tişört olduğu görülüyor) tutuklanan bazı zanlıların ÖSO yanlısı olduklarını ifade etmeleri, görünenle gösterilenin birbirini tutmadığı daha bir sürü çelişkinin konuşulmasının bile fiilen yasaklanması ve “kontrol dışı” bir bilginin, görüntünün vs, yayılmaması için İnternet’in fişinin çekilmesi…

Sanıldığının aksine iktidar İstiklal Caddesi saldırısı sonrası süreci eline-yüzüne bulaştırmadı, muhalefetsizlikten aldığı güçle belli bir planı baskı gücüyle icra etti, ediyor.

İktidarın bu konudaki yol haritası, 22 Temmuz 2015’te Ceylanpınar’da iki polis memurunun katledilmesinin gerekçe gösterilip 24 Temmuz’da dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu eliyle çözüm sürecinin fiilen de bitirilmesine benziyor. Çünkü 7 Haziran seçimlerinden yenik çıkmış ama iktidarda kalabilmek için çözüm sürecini fiilen de bitirmek üzere devlet içi anlaşmasını yapmış olan AKP açısından herhangi bir gerekçe yeterliydi.

Dolayısıyla ilk başta olayı üstlenen PKK’nin daha sonra Ceylanpınar cinayetiyle ilgisinin olmadığını açıklamasının, bununla paralel olarak yakalananların fail olmadığının ortaya çıkmasının, cinayetin faili meçhul kalmasının bir önemi yoktu. Sonuçta 7 Haziran seçimlerinden yenik çıkmış olan iktidarın çözüm sürecini fiilen de bitirmek için elinde artık somut “gerekçe” bulunuyordu.

Peki 13 Kasım İstiklal Caddesi katliamı Rojava’ya savaş açmanın gerekçesi olabilir miydi?

Hayır, ama 6’lı Masa ortaklarının tüm askeri faaliyetlerde olduğu gibi bir kez daha “hazırol” vaziyetine geçmesinin ve genel olarak ülkede bir barış hareketinin bulunmayışının iktidara ziyadesiyle sağladığı bir “ben kimi işaret edersem fail odur” gücü vardı. Bu meşruiyetten değil, muhalefetsizlikden devşirilen bir güç.

PKK de YPG de İstiklal Caddesi katliamıyla ilişkilerinin olmadığını, saldırıyı kınadıklarını açıklarken Reuters’a konuşan “üst düzey bir yetkili” IŞİD ihtimalini dışlamadıklarını söyledi.

Ama iktidar, ortadaki resmi, hiçbir şekilde uymayan çerçeveye oturtmak için sert bir sansür ve baskı mekanizması kurdu. İnternet’in fişini çekti, medya-sosyal medya tartışmalarını bastırdı, iktidar namzeti muhalefeti sesiz moda aldı ve bir hafta sonra, 19 Kasım’ı 20’sine bağlayan gece de Kuzeydoğu Suriye’ye devasa bir hava harekâtı başlattı.

Dolayısıyla İstiklal Caddesi katliamının esas sorumlularının kim olduğu değil, iktidarın kimi sorumlu gösterdiği belirleyici oldu, oluyor. İktidar bu konfor alanına 24 Temmuz 2015’te bile daha az sahipti ama o zaman da çözüm sürecinin zaten bitmesini isteyen “muhalefetin” gücünü arkasına almıştı.

İktidarın 2015 yılından beri düzenli aralıklarla Rojava’yı hedef almasının iki temel nedeni var. Bunlardan ilki, her seçim öncesinde milliyetçi-militarist söylemle tabanını konsolide edebildiğini defalarca deneyimlemesi, diğeri ise “devletteki” ortaklarının orta ve uzun vadeli hedeflerini yerine getirmesinin kendisine sağladığı destek.

Yani mesele sadece seçimler değil, aynı zamanda “devlet” koalisyonunun bir arada tutulması ve desteğinin daimi kılınması.

Sisi’ye, Esad’a uzatılan “barış eli”nin Rojava’daki Kürtlere zinhar uzatılmaması, anti-Kürt politikanın AKP açısından kopardıkça meyvesi tükenmeyen bir ağaca benzemesinden. Başı her sıkıştığında, ülke içinde yönetim krizi her baş gösterdiğinde anti-Kürt söylem ve uygulamalara yönelen AKP şimdiye kadar hiç yanılmadı. Her seferinde muhalefet hazırola geçti, karnı aç kitleler milliyetçi hamasetle doyuruldu ve iktidar kısa vadeli de olsa tüm “günahlarından” vareste tutuldu.

İktidar koalisyonunun daha derin ortakları Kürtlerin İran, Irak ve Suriye’de de hiçbir zaman somut bir hak elde etmemesi için gerekirse ilelebet sürecek bir savaşı zaruri görüyor. Şu an güncel versiyonuna tanık olduğumuz bu muteyakkız hâlin neredeyse yüz yıllık geçmişi, devletin ve toplumun hücrelerine kadar nüfuz etmiş temelleri; dayanakları sağlam bir hattı var. İşte Erdoğan’ın “siyasi dehası” bu bilgiyi keşfetmiş olmasına dayanıyor.

Çözüm sürecinin kendisine kaybettirdiğini deneyimlemiş olan AKP, 7 Haziran 2015’ten beri anti-Kürt hamlelerin devlet ve toplum içinde kendisine sağladığı gücün farkındalığıyla hareket ettiği için, her seçimde “adam kazandı” oluyor. O yüzden iktidar yıllardır baş düşman olarak gösterdiği Sisi’yle, hatta “katil” dediği Esad’la da barışır ama Rojava’yla muhtemelen asla!

“AKP iktidarda kalmak için her şeyi yapar” diyen muhalefet ise o “her şeyin” anti-Kürt hamleler olduğunu biliyor ama kendisi de aynı hatta olduğu için nerede yanlış yaptığının, neden her seferinde seçimi kaybettiğinin ayırdına varamıyor.

Oysa iktidar, devletteki ve “muhalefetteki” ortaklarının arzuları çerçevesinde bu tarihsel askeri ve siyasi hattı takip ettikçe, onlar da AKP için seferber oluyor. Bu karşılıklı çıkar ilişkisini anlamsızlaştıracak, Türkiye’yi hem içeride hem de bölgede Kürtlerle barışık bir siyasi hatta getirecek herhangi bir sulh gücü, muhalefet iradesi ortaya çıkmadığı sürece, AKP ve ortakları devleti bu şekilde yönetmeye devam edecek. Belki AKP bir parti olarak iktidarda kalmayacak ama milliyetçi-militarist fikirlerin iktidarı sürecek. Bu da Türkiye’yi daimi olağanüstü hâlde sabitleyecek.

Erdoğan’ın son yedi yıldır İslamcı tabanını konsolide etmek üzere sembolleştirdiği “rabiayı”, “katil Sisi” söylemini bir kenara bıraktığı ve Sisi’yle el sıkıştığı, bir başka “katil” olarak kodlanan Esad’la da barışmaya hazır olduğunu gösterdiği bir dönemde Suriye Kürtleriyle harbe girişmesi bu nedenle hiç şaşırtıcı değil.

Çünkü iktidar ve “devlet” muhalefete yolsuzlukları, hırsızlıkları konuşmayı kısmen serbest bırakmak zorunda kalsa bile “Kürtlerle barış” söylemi sahasını tamamen kapatma gücüne sahip. İşte tam da bu güç yolsuzlukların, hırsızlıkların ortaya çıkmasının, “enflasyon canavarının”, açlığın, sefaletin bu iktidarı değiştirmeye yetmemesini sağlıyor.

Velhasıl AKP sürekli iktidarda kalmanın formülünü bulmuş ama bu formülü bozmak üzere barışı dillendirmekten bile korkan veya zaten bunu arzulamayan, yahut dert etmeyen, “Sisi’ye uzattığın eli neden Kürtlere uzatmıyorsun” demekten uzak muhalefet ise hâlâ ekranlarda un, şeker ve yağ fiyatlarını sayıyor, boş tencere gösterip açlara aç olduklarını kanıtlamaya çalışarak önümüzdeki seçimi kazanacağını zannediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi