Fehim Işık
Başarısız Cenevre, Suriye’de boğulan AKP, basiretsiz muhalefet
Cenevre görüşmelerinin ilki 2012’nin Haziran ayında yapıldı. BM girişimiyle falan deniyordu ama ABD’nin isteği, Avrupa devletlerinin desteği ve bölge devletlerinin ince hesaplarıyla yapılan Cenevre’den bir şey çıkmayacağını daha o zaman yazdığımı hatırlıyorum.
O dönemin öne çıkan grubu, çoğu Suriye ordusundan, siyasetinden veya bürokrasisinden ayrılarak kaçanların oluşturduğu, elitist Suriyeli Sünni Araplar topluluğuydu. Pek açığa vurmasalar da öncülükleri, sahayı ilk terk eden gruplardan olan Müslüman Kardeşler tarafından yürütülüyordu.
Cenevre görüşmeleri yapılmadan önce Türkiye’nin girişimiyle 2011’in Temmuz ayında Antalya’da, akabinde aynı yılın Aralık ayında, adının önünde muhalif olan birçok grubun katılımıyla Hatay’da birer konferans yapılmıştı. Mısır’ın girişimiyle de yine aynı yılın Kasım ayında Kahire’de bir konferans toplanmıştı.
Mısır’da yapılan konferans Türkiye’nin önünü kesme amaçlıydı ki nihayetinde başarılı oldu. Arap ülkelerinin önemli bir bölümü bu konferansta kararlaştırdıkları ‘Bizimle olacaksan amenna ama bize Osmanlı hâkimiyetini dayatma’ yaklaşımını Hatay’da AKP iktidarına açıkça ilettiler. Türkiye, şu meşhur Stratejik Derinlik politikasına güvenerek birkaç aya varmaz yıkılır diye düşündükleri Suriye rejimi üzerinden, bölgede bir Sünni Osmanlı hâkimiyeti kurabilecek kadar kendine güveniyordu. Kahire’de toplanan Arap devletleri, Türkiye’ye bu hevesinden vazgeçmesi gerektiğini Hatay’da yüzüne söylediler.
2011’deki konferanslardan sonuç çıkmayınca, Batı ve ABD sorunu çözmek yerine kendi çıkarlarını öne çıkaran politikalarla bölge devletleriyle ikili oyunlara girince, bölge devletleri de kendi vekillerini örgütlemeye başladılar. Suriye’ye silahların, silahlı güçlerin taşınması vekil grupların oluşumuyla birlikte arttı. Türkiye El Nusra’yı Suriye’ye taşıdı. Suudi Arabistan ve Katar, bir yandan Türkiye’nin taşıdıklarını yanlarına çekmek için kesenin ağzını açarken, Irak’ta konuşlanan, sonradan IŞİD’e dönüşen radikal selefist gruplar devreye girdi.
Cenevre’nin ilki bu harala gürelede yapıldı ve bu nedenle bir şey çıkmayacağı belliydi.
Bu dönemin Kürt politikası da ilginçtir. Kürtler, Antalya’dan Kahire ve Hatay’a, daha sonrasında ise Cenevre’ye kadar yapılan tüm konferanslara kendi kimlikleri ile katılmak istediler. Dönemin iki ayrı yapılanması olan PYD öncülüğündeki ‘6 Qolî’ yani Altılı Grup ile PDK-S öncülüğündeki ’11 Qolî’ yani 11’li Grup’ Cenevre öncesindeki konferanslar yapılırken kendilerini kabul ettirebilmek için adeta kapıda nöbet tuttular. Her iki gruba da dayatılan 3. taraf olarak değil, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak sürece müdahil olmalarıydı. Kürtler bunu reddetti. Ancak sonradan bölge dengelerini gözeten ve adını ENKS’ye dönüştüren ’11 Qolî’, Esad’ın kısa sürede gideceğine inanarak pastadan pay kapacağına inandı ve Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi’ne katıldı. Hatta Abdulbasit Seyda adlı AKP’ye yakın İsveçli mülteci bir Kürt, bu grubun başkanlığına da getirildi. PYD öncülüğündeki grup ise Batı Kürdistan Halk Meclisi (MGRK) adını alarak daha çok alanda kendini güçlendirmeye dönük örgütlenme adımları attı.
Çok uzatmayayım. Otel odalarında düzenlenen konferanslarla Suriye’yi kontrollerine alıp yöneteceklerini sananların hiçbirinin hesabı tutmadı. Özellikle Türkiye bölgede giderek güçlenen PYD öncülüğündeki grubu, oyunbozanlık yaptığına inandığından olsa gerek, alt etmeye yöneldi. Bunu iki biçimde denedi. İlk denemesi kendine bağlayarak yönlendirmekti, bu tutmadı. İkinci denediği ise hala vazgeçmediği silahlı vekil gruplar üzerinden PYD öncülüğündeki grubu zora dayalı yöntemlerle yok etmekti. Şimdilerde değişen tek şey, vekilleri üzerinden yapamadıklarını bizzat kendilerinin yapmaya soyunmasıdır.
İşte Cenevre, bu hesapların eşliğinde yürütüldü. Her devlet, her grup alan oyunlarıyla kendi ince politikalarının hesabını güderken BM Temsilcisi Stefan de Mistura’ya da al bunları oyala dendi.
Düşünün, 2012’den bu yana 8 kez toplanan Cenevre konferanslarının davetlileri, toplamda belki 200 gün boyunca tartıştılar ama bir arpa boyu yol alamadılar. Hatta öyle ki rejim ile adına muhalif denen gruplar bir kez bile yüz yüze gelmedi. De Mistura bunların odaları arasında mekik dokudu, sadece.
De Mistura bu tiyatronun bitişini, 7 yılda 8 kez bir araya geldikten ve en sonuncusanda yaklaşık 15 gün farklı otellere yerleşen gruplar arasında mekik dokuduktan sonra ilan etti. Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi, İsviçre'nin Cenevre kentinde 28 Kasım'da başlayan Suriye konulu Cenevre 8 görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlandığını, 14 Aralık günü açıkladı.
Bu yaşananlara rağmen Cenevre’den hala umudunu kesmeyen ABD, Dışişleri Bakanlığı üzerinden yaptığı açıklamada "Çatışmayı çözüme kavuşturmak isteyen tüm taraflar Suriye'de siyasi çözüm sürecinin tek yolu olarak Cenevre sürecine bağlılığını göstermelidir" dedi. Astana ve Soçi toplantıları ile ön alan Rusya da, her şeye rağmen Cenevre’yi adres olarak gösterdi, Avrupa ülkeleri açısından da Cenevre hala bir umut.
Doğru, Cenevre, De Mistura’nın başarısızlığını ilan etmesine rağmen hala bir yol. Rusya öncülüğündeki Astana görüşmelerinin, Soçi’deki toplantıdan ortaya çıkan sonuçların fiili karşılığı oldu. Rusya buna rağmen Cenevre’den vazgeçmiyor.
Bundan sonra olacak olan şu...
Cenevre devam edecek ancak Cenevre’nin en güçlü ayağını ise bizzat Suriye’de yaşanacak ilişkiler belirleyecek. Yani Esad yönetiminin Rusya destekli üstünlüğünü, Kürtlerin ve müttefiklerinin terörist gruplara karşı başarısını ve neredeyse Suriye’nin kuzeyinin tamamına yayılan alan hakimiyetini kabullenmeyenler, Suriye’deki siyasal sürecin dışına düşecek. Elbet ABD, Rusya ve Avrupa devletlerinin desteğiyle yürütülecek çözüm girişimleri ise resmiyeti Cenevre’de olsa bile bizzat alana taşınacak.
Olası gelişmelerin vadesini belirlemek kolay değil ancak Suriye iç savaşının sonuna doğru gelindikçe olacak, yaşanacak olan budur. Görünen köy, kılavuz istemez.
Gelelim Türkiye ve İran’ın, diğer Arap devletlerinin Suriye’deki dolaylı ya da direkt varlığına.
Şimdi soralım, Suriye’de hangi devletler var?
Rusya, Suriye’nin davetiyle orada ve askerlerini çekeceklerini bizzat Putin açıkladı. İran, askeri olarak Suriye’de alabildiğine güçlü ancak tek bir üniformalı askeri Suriye’de yok. Suudi Arabistan, Katar, BAE falan ise hala destekledikleri gruplar üzerinden Suriye’de varlar. Onların da bölgede resmi askeri varlığı yok. Bölgede, son aylarda İdlib’e geçen 800 civarındaki askeri dışında herhangi bir resmiyete dayanmadan bölge işgali üzerinden alanda bulunan bir tek Türk askerleri var.
Bu bize şunu da işaret eder. Ya Türkiye önümüzdeki dönem karşısına çıkması kuvvetle muhtemel BM kararlarına, Rusya ve ABD’nin itirazlarına rağmen bölgedeki işgalci varlığını sürdürecek, yayılmacı adımlar atacak, Afrin’e yönelecek ya da ensesini kaşıyarak bölgeden geri çıkacak.
İkincisi, AKP’nin değil ama Türkiye’nin selametinedir. Birincisi ise ne AKP’nin ne de Türkiye’nin selametinedir.
Türkiye muhalefeti, özellikle Suriye politikasında AKP’den zerre farklı düşünmeyen CHP’nin ulusalcı egemen aklı; milliyetçilikte ve Kürt düşmanlığında AKP’ye şapkayı ters giydirecek MHP eskisi Akşener ekibi; hala ümmet deyip bir adım öteye gidemeyen Erbakan’ın öğrencilerinin liderliğindeki Saadet Partisi; velhasıl kelam HDP ile parlamento dışındaki bir grup sol, sosyalist, yurtsever ve demokrat parti hariç tüm muhalefet, söz konusu iki yoldan hangisini tercih edeceğinin hesabını çok açık biçimde yapmalıdır.
Nihayetinde AKP’nin 2015’ten bu yana yaşama geçirmeye çalıştığı politikalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin en az 100 yıllık politikasıdır. Hele son 32 yılda bu politika hep denendi. Onca deneneni bir kez daha deneyen AKP, belli ki bu politika ile kendi sonunu getiriyor.
Muhalefet, açıkça tercihte bulunmalı ve tercihini de cesurca savunmalı.
"Ya herro ya merro" diyen AKP ve lideridir ki bundan başka şansları yok. Kendi suçlarının üzerini örtmek için buna ihtiyaç duyuyorlar. Diğerleri, 100 yıldır Türkiye’nin son birkaç yıldır da AKP’nin denediğini savunacaklar ve bunu ‘politik çözüm’ olarak önlerine koyacaklar ise diyecek bir şey yok; yolları açık olsun…