Ben kendimin rüyasıyım

Yanımdan geçen insanlara hasretle bakıyorum. Susuz kalmış gibi… Sevgiye ve anlamaya hasret kalmış gibi… Onları hem çok merak ediyorum, hem de tanımaktan korkuyorum.

Bu çiçekleri çok sevdiğim biri verdi bana… Yıllardır, yıllardır koynumda taşıyorum onları…

Sevginin kızıl alevli çiçekleri.

Ağırlaştırıyor oysa bu çiçekler beni. Aşağı çekiyor.

Karşıma çıkanlara dağıtsam onları, hafifleyeceğim biliyorum; ama veremiyorum. Böyle düşündüğüm için de durmadan suçluyorum kendimi.

Böyle düşündüğüm için bana yıllar önce bu çiçeklerle verilmiş olan sevgiyi kirletmiş gibi hissediyorum.

Yıllardır mavi, karanlık bir gecede yaşıyorum…

Koynumda çiçekler, bana ilk sevenimin verdiği…

Bu yol, bu mavi karanlık gecede nereye gidiyor bilmiyorum?

Yanımdan insanlar geçiyor, ne düşündüklerini asla bilemiyorum.

Yanımdan geçen insanlara hasretle bakıyorum. Susuz kalmış gibi… Sevgiye ve anlamaya hasret kalmış gibi… Onları hem çok merak ediyorum, hem de tanımaktan korkuyorum.

Çok muhtacım onlara, yine de çok ürküyorum onlardan. Tanıdıkça ürküyorum… Onlar da emin değil kendilerinden. Kimse bilmiyor içindeki başkasının kim olduğunu… Kimse tahmin edemiyor içindeki boşluğun derinliğini…

Yanımdan insanlar, arkadaşlarım, yakınlarım geçiyor.Hepsinin yüzlerinde mavi, karanlık bir gece.  Hepsinin vakti sınırlı. Hepsi yarını özlüyor. Yüzlerine bakıyorum. Sanki yaşadıkları an lanetli gibi…

Sanki bir yerden kaçıp, uzakta bir yere koşuyorlar. Birşeyden korkmuşlar, ama korktukları şeyi anlatacak vakitleri bile yok.

Önlerine daha fazla engel çıkmasın diye, içlerinden çok eski bir duayı fısıldıyorlar: Hayat güzeldir, hayat güzeldir…

Sevmek istiyorum bu duayı ve daha fazla acı çekmemek için fısıldıyorum içimden. Bedelini ödüyorum sonra. Bu duayı her okuyuşumda hayat biraz daha örtüyor yüzünü bana…

Mavi, karanlık bir gecede yürüyorum. Sanki sabah hiç olmayacakmış gibi…

Yanımdan geçenler kaybolmuş benim gibi. Acıdan ve bekleyişten buhar çıkıyor ağızlarından… Uzaklardan acı çığlıklar duyuluyor…

Köyleri, kasabaları, şehirleri geçiyorum…

Köyler, kasabalar, şehirler değişiyor, ama o masum, o çaresiz, kimsesiz çocuk değişmiyor…

Mavi, karanlık gecenin güç bela aydınlattığı o kasvetli ışıkta hep onu görüyorum. Oda benim gibi, o bilinmeyen yeri arıyor. Ve gittiği her yerde kimselere benzemediği için acımasızca dövüyorlar onu…

Bu çocuğu kendime benzetiyorum, ama değil. Sanki benim çok eski bir yanım saklı onda. Kendimi koruyamayan yanım sanki… Acemi, misafir, tedirgin yanım… Dayanılmaz bir acı veriyor onu seyretmek. Yüzyüze gelmek onunla…

Gözümün önünde koca koca adamlar kaç kez dövdüler onu. Onu hiç kurtaramıyorum. Kurtarabilmem için koynumdaki çiçeklerden kurtulmam gerekiyor çünkü…

Çocuğu kurtarabilmem için koynumdaki çiçeklerin ezilmesine göz yummam gerekiyor. Bunu göze alacak gücüm yok… Sadece bağırabiliyorum. Sadece çevreden yardım isteyebiliyorum; ama kimse gelmiyor sesime. Anlıyorum ki sesim yok benim.

Bağırdığımı, yardım istediğimi; zavallı, çaresiz, masum bir çocuğu kurtarmak istediğimi bir tek ben biliyorum…

Ve sesim ulaşmıyor dünyaya… Yalnızlık bu olsa gerek. Anlatamamak, duyuramamak… İşte asıl o zaman anlıyorum: Ben kendimin rüyasıyım…

Rüyadan uyanmam için koynumdaki çiçeklerin ezilmesine, hatta yitip gitmesine izin vermeliyim, biliyorum. Ama veremiyorum. Ne zaman o küçük çocuğu dövülürken gördüğümde ve sesimin duyulmadığını anladığım an, koynumda giderek solmakta olan çiçeklerimi yüceltiyorum. Daha bir sıkı sarılıyorum onlara.

Çürümüş çiçek kokuları geliyor burnuma. Çiçeklerle beraber, ailemi, hayranlık duyulması yasak olmayan kahramanlarını ve sanki beni köleleştiren bu sevgiyi yüceltiyorum…

Oysa çiçekler nasıl da çürüyorsa, aileler de, kahramanlar da… Bana emanet edilen sevgiler de öyle çürüyor…

Bunu bilmezden geliyorum. Ben bilmezden geldikçe o masum, zavallı çocuk nereye gitse acımasızca dövülüyor…

Bu yüzden onun peşinden nereye gitsem bir süre sonra savaş çıkıyor…

Koynumda çürüyen ve beni köleleştiren sevgi çiçekleriyle cenazelere gidiyorum…

Mavi, karanlık bir gecede ayyıldızlı bayraklara sarılı asker cenazelerine… Camilerin bahçesinde sessizce bekleşen insanların yanına…

Musalla taşının üzerine konmuş tabutların içinde o çaresiz, o kimsesiz çocuğu arıyorum; ama tabutların içi boş. Bahçede bekleşen insanlara tabutun içinin boş olduğunu anlatıyorum. Hiç biri cevap vermiyor, anlamsız ifadelerle yüzüme bakıyorlar… Peki, siz niye bu boş tabutu bekliyorsunuz? Diye sorduğumda, onlar da çocuğunun çoktan gömüldüğünü söyleyip, sonra da başlarını öne eğip susuyorlar…

Dağlarda ölen o çaresiz, o kimsesiz çocukların cenazelerine gittiğimde de aynı şey oluyor. Tabutların içinde kimse olmuyor. Yakınlarına; neden burada bekliyorsunuz? Diye sorduğumda onlar da, çocuğun çoktan gömüldüğünü söyleyip, sonra da başlarını sessizce öne eğip susuyorlar…

Ama her defasında benden koynumdaki çiçekleri o boş tabutların üzerine koymamı istiyorlar. Yapamam, diyorum ben de… Yapamam, her şeyi isteyin bunu istemeyin benden… Çünkü bu çiçekler bana ilk sevenimin hediyesi, onları bırakamam. Hem zaten tabutların içi de boş. Çocuklar çoktan gömülmüş… Boş tabutların içine sevdiğimin emanetini bırakamam…

O zaman, o zaman diyorlar savaş hep sürecek; o çaresiz, o kimsesiz çocuklar ölecek. Biz onları yıllar öncesinden gömmüş olacağız. Tabutların içi hep boş olacak. Biz bu boş tabutların başında sonsuza dek acıyla bekleyeceğiz ve sen bizim bu acımızı hiç anlayamayacaksın. Böyle diyorlar bana… Beni içimdeki cellatla başbaşa bırakarak… Mavi, karanlık gecede; suçluyum, ben bir savaş suçlusuyum, çiçeklerimi paylaşsaydım bu savaş çıkmayacaktı, diye bağırarak koşuyorum…

Sonra koynumda çiçekler, ömrümün karanlık gecesi gibi mavi olan bir çarşıyı aramaya çıkıyorum delice bir gecikmişlik korkusuyla. Ama ne kadar arasam da bulamıyorum çarşıyı.

Sorduğum hiç kimse de bilmiyor yerini. İçinde çaresiz, o kimsesiz çocukların yandığı çarşıdan kimsesinin haberi yok… İnsanlar unutmuşlar bu yangını. Unutmak istemişler ve başarmışlar.

Yine de yanımdan geçip giden insanların yüzlerine bakıyorum.

Hasret ve susuzlukla bakıyorum… Onlara çok muhtacım, ama ürküyorum yine de onlardan…

Koynumda sevginin emanet çiçekleri solmaya yüz tutarken yeni bir başlangıç diliyorum hayatımdan… Her şeyi temize çekmek. Hesaplaşmak. Arınmak. Sonra yeniden yollara düşmek istiyorum…

Belki saniyeler, belki de yıllar süren bir yolculuktan sonra mavi gecenin kasvetli ışığıyla aydınlanan uçsuz bucaksız bir vadiye varıyorum…

Sayamayacağım kadar çok insan var burada. Hepsi yere, toprağa oturmuş. Çıkardıkları seslerden anlıyorum ki hepsi beni tanıyor. Dostlarım, arkadaşlarım, yakınlarım, bugüne dek karşılaşıp az çok bir şeyler paylaştığım hemen herkes, hatta onların yakınları da burada.

Bana bakıyorlar. Bir şeyler söylememi bekliyorlar…

Onları böyle birarada görünce hem seviniyor, hem de içimi garip bir korku kaplıyor… Yakınlarım biraraya geldiğinde açığa çıkan çok eski bir korku. Hissediyorum. Beni yargılayacaklar. Hissediyorum, kimselerle paylaşmadığım için giderek solan bu çiçekleri bana veren insan da orada…

Hiç beklemeden öfkeyle bağırıyorum: Kim verdiyse bu çiçekleri alsın benden. Madem kimselerle paylaşamıyorum onları, madem bu yüzden savaşlar çıkıyor, bu yüzden o masum, o çaresiz çocuklar ölüyor, bunları bana veren aranızdaysa verdiği gibi geri alsın…

Vadiden küçültücü kahkahalar, alaylı uğultular yükseliyor.

Kalabalığın içinden biri ayağa kalkıyor. Yüzü tanıdık geliyor, ama kim olduğunu çıkartamıyorum: Koynunda çiçekler filan yok. Öyle sanıyorsun. Sen onları çoktan yitirmişsin bir yerlerde, diyor…

O bunu der demez kalabalıktan kahkahalar, uğultular yükseliyor yine…

Uğultu yükselirken içim üşüyor birden. Isınmak için sarılıyorum kendime. Sarıldığımda anlıyorum ki ben değil, bir başkası sarılıyor bana… İşte bu başkasını hissedince hiç düşünmeden, sonucu ne olursa olsun yıllardır ertelediğim soruları peşpeşe sormaya başlıyorum şimdi birbirinin içinde erimiş yüzlerden ibaret olan bu kalabalık geçmişime: Neden ve ne zaman kaybettim bana verilen sevgi çiçeklerini?

Sorduğum her soruya yüzü tanıdık gelen, ama kim olduğunu çıkartamadığım biri cevap veriyor: Çünkü sevmek sorumluluk getirir. Sevgi verdiğin insan senden hep bir şeyler ister. Bu isteklerin onu olmayabilir. Bu sonu olmayacak ve belki de seni boğacak isteklerden korktuğun için bilmezden geldin bu yokluğu…

Bir anda kendimi o kadar insanın önünde savunmasız hissediyorum. Ama kendimi tanıma isteği daha ağır basıyor: Peki, neden korktum bu isteklerden?

Yükselip, alçalan uğultunun içinden bir yanıt geliyor: Zevklerine ve hazlarına düşkün olduğun için…

Bu yanıtı duyunca çılgına dönmüş gibi bağırıyorum: Doğru değil! Hakkımda her şeyi biliyorsanız, bu hayattan zevk almayı, hazlarımı, mutluluklarımı çoğu kez ertelediğimi de bilmeniz gerekir…

Önce, yorgun, daha öncekilerin aksine sakin bir ses yanıtlıyor bunu da: Sana da verilen sevgilerin bedelini ödemekten hep kaçtığın için suçluluk duyuyordun. Birgün bu sorumsuzlukların bedelini sana ödeteceğimizden korkuyordun. Bu korkudan kaçmak için zevk almayı erteledin. Hatta başarı kazanmayı, kendini sevmeyi bile erteledin… Hem sevginin sorumluluğu ödemekten kaçıyor, hem de bizleri yitirmek istemiyordun. O çiçekler sana başkalarıyla paylaşasın diye verildi. Çiçeklerini paylaştığın an bütün varlığınla hayatın içinde olacaktın… Acıdan ruhun yırtılacaktı, ruhunun yırtılan yerinde hakikatın bütün sırları akacaktı içine, sımsıcak bir aydınlık halinde…

Tanıyorum bu ince, yorgun, sakin sesi… Bana doğduğum andan itibaren o sevgi çiçeklerini emanet eden kadının sesiydi bu… Beni benden iyi tanıyan annemin sesi…

Daha fazla direnmenin anlamsız olduğunu anlıyorum. Adeta yalvarır gibi vadiyi kaplamış kalabalığa sesleniyorum. Peki, yeniden başlayamaz mıyız her şeye? İnanamaz mısınız bana? Beni bu içimdeki düşmandan kurtaramaz mısınız? Kalabalık ben soruları bitirmeden birden vadiyi terketmeye başlıyor. Sesim uğultular arasında kaybolur. Kalabalıkta annemi arıyorum, ama bulamıyorum… Birkez daha… uğultunun içinden bir ses yükseliyor: Bitmedi ki savaş… Savaş bitmedi ki…

Mavi, karanlık gecenin içinde vadiyi terkedip uzaklaşan kalabalığı takip etmeye başlıyorum… Ben onlarla birlikte savaşın içinde yürüyorum. Mavi, karanlık bir gecenin içinde…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi