Ragıp Zarakolu
Berat Günçıkan için
Peş peşe gelen ölümler, hüzün veriyor insana, şu alaca karanlık döneminde. Kürşat Bumin’den sonra, dost güzel insan Berat Günçıkan’ı da yitirdik; üretken, kendinden daha çok şeyler beklediğimiz bir dönemde. Harika işler yaptı, Cumhuriyet Dergi’de, Mesele dergisinde… Bir röportaj ve nehir söyleşi ustasıydı, kitaplaşan örnekleri ile… Zarakolu ailesinin ve Belge yayınlarının dostuydu. Acımız büyük. Yokluğunu hep hissedeceğiz. Belleğimizde o sevecen gülüşü ile hep canlı kalacak, biz yaşadığımız sürece…
Onun "Gölgenin Kadınları" adlı kitabını hatırlıyorum (Agora Yayınları 2008)… "Başarılı" yazar ve sanatçıların arkasında duran, kendilerinin yaratıcılığını feda eden kadınların öyküsünü anlatıyordu. Kitabı okurken, sevgili Tilda Gökçeli’yi hatırlamıştım, Magdalena Rufer’in ve Tilda’nın bölümünü okurken. 1971’de tutuklandığımızda, ikisi de cürmümüz olmuştu. (Diğer cürümlerimiz ise, Seçkin Selvi, Azra Erhat, Hülya Karadeniz, İlkay Demir, Zeynep Sözen’di)… İşte Berat, Aziz Nesin, Ulvi Uraz, Ayhan Baran, Sabahattin Eyüboğlu, Sami Ayanoğlu, Halim Şefik, Cemal Süreya, Adnan Saygun, Oğuz Aral, Nuri İyem, Reşat Fuat Baraner gibi ünlü şair, karikatürist, müzisyen, yazar ve ressamlarımızın ardında kalan Meral Çelen, Selçuk Uraz, Selçuk Baran, Magdelena Rufer, Şayeste Ayanoğlu, Saynur Güzelson, Elif Sorgun, Nilüfer Saygun, Tolga Tiğin, Nasip İyem, Suat Derviş’in öyküsünü anlatmıştı. Orhan Pamuk’un halası, Turan Batuhan da (Orhan Pamuk’un babası Gündüz Beyin kuzenidir), felsefeci Hüseyi Batuhan’ın gölgesinde kalmamış mıydı? Ve 2009 yılında Cumhuriyet Dergi’nin yayın yönetmenliğinden alınması da basınımızdaki maço kültürün bir yansıması değil miydi?
Berat şöyle yorumluyordu bu durumu: "Toplumsal zora kulak asmayan, kendilerini gerçekleştirmek adına sert ve hızlı adımlar atan bu kadınları durduran hep bir erkek oldu. Kendi yaratıcılıklarını âşık oldukları erkeklerin daha kolay ve rahat üretebilmeleri için bir daha kullanmamak üzere terk ettiler. Çoğu pişman olmadı, ama zamanı geri alabilmek mümkün olsaydı hemen hepsi başka bir yoldan yürümeye hazırdı…Vardılar ve kendinden vazgeçmenin ne demek olduğunu hiç anlayamadılar..."
Herhalde klasik müzik sanatın en "maço" alanlarından biridir. 2015 yılında Stockholm’da Baltık Denizi Klasik Müzik festivalinde, The Swedish Wind Ensemble, "Desperate Housewives" (bir zamanların popüler "Umutsuz Ev kadınları" dizisininin adını kullanan ibir sarkazm ile) başlıklı bir konser vermişti. Clara Schuman, Alma Mahler, Julia Wolfe, Rebecca Clarke gibi kadın bestecilerin eserlerini seslendirmişlerdi. Ve de Björk! O zaman tam Berat’a göre konser diye geçirmiştim kafamdan.
Konser piyanisti Magdelena Rufer
Berat Günçıkan’ın Murat Belge ile yaptığı "Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni /Milliyetçilik" adlı kitap da Türkiye’de kangrenleşen bir yaraya tam zamanında neşter atmaktaydı (Agora Yayınları 2006) Berat Günçıkan şöyle değerlendiriyordu söz konusu dönemi. "23 Mart 2005’te Mersin’de on binlerce kişinin katıldığı Nevruz kutlamalarında 12 ve 14 yaşlarında iki çocuğun Türk bayrağını yaktıkları gerekçesiyle başlayan olaylar, 2005 yılında Türkiye siyasetine damgasını vuran en karakteristik gelişmeydi. Zaman içinde bir ‘ulusal hassasiyet’in kabarışıyla birleşen bu süreçte gündelik hayatımızı dipsiz bir şiddet uçurumuna sürüklemeyi arzulayan güçler, Orhan Pamuk davası ve Ermeni Konferansı gibi fırsatlardan yararlanmakta hiç gecikmediler ve her kademedeki devlet yetkililerinin de aleni teşvikiyle, linç girişimlerini ülkenin dört bir tarafına yayarak bir korku atmosferi yaratmaya koyuldular." Varılan sonuç: "Hiçbir ulusun kendi geçmişiyle yüzleşmeden, işlediği suçları kabullenmeden kansız bir gelecekle yer alması mümkün görünmüyor."
Berat 1996 yılında, hareketin ilk yükselip kendini meşrulaştırdığı bir dönemde "Cumartesi Anneleri"nin tanıklıklarını kitaplaştırmıştı (İletişim Yayınları).
Ve elbette, "Cumhuriyet'in Kuruluşunda AKP İktidarına / Devletin Şiddet Tarihi" (Agora Y. 2010)! Biraz da kendisinin, hepimizin öyküsüydü anlatılan. Şöyle diyordu Berat: "Ortaokul birde olmalıydım, mesleğimi seçtim, ilk adımımı da belirledim. Gazeteci olacak, cezaevine girip kadın mahkûmlarla röportaj yapacaktım. Hayat tersten işledi, önce cezaevine girdim, sonra gazeteci oldum."
Editör Osman Akınhay şöyle değerlendiriyordu: "Günçikan’ın bu kitapta derlenen ve hemen hemen yirmi beş yıla yayılan bir sürede yapmış olduğu haberleri ve röportajları bir araya getirildiğinde, Türkiye’de hem solun tarihi, hem de devletin sola uyguladığı şiddetin bir haritası çıkıyor ortaya. Bu haritada TKP’liler de var, 12 Mart ve 12 Eylül darbesinin hayatlarını altüst ettiği insanlar da, öyle ya da böyle Kürt hareketine katılanlar ile yakınları da… Yapılan çoğu röportaj, şiddet yaşanan süreçlerin dışında bütün bir hayatı da kapsıyor. Bu da devletin muhalifler kadar bütün toplumu sindirme, bunun için de sürekli bir düşman yaratma arzusunu belgeliyor. Hayat öykülerinden çoğu kez yoksulluk, baskı, inat ve elbette direniş sızıyor. Yoksulluk ve baskı zulmü unutturmuyor, mücadele ve direniş ise umudu diri tutuyor... Dünyanın her köşesinde olduğu gibi Türkiye’de de..."