Tuğba Sivri
Bihter'i yaşatmak mümkün mü?
Mehmet Binay ve Caner Alper'in yönettiği, senaryosunu Merve Göntem'in yazdığı yeni Aşk-ı Memnu uyarlaması Bihter, bu haftanın en çok konuşulan popüler kültür olayı oldu. Başrollerini Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ'un oynadığı meşhur ve ikonik dizi Aşk-ı Memnu'dan sonra yeniden ekranlarda Bihter ve Behlül'ün hikâyesini izleyecek olmak, geniş bir izleyici kitlesini heyecanlandırdı. Ancak sosyal medyadaki yorumlardan gördüğümüz kadarıyla film beklentileri karşılayamadı.
Filmin yapmaya çalıştığı -ya da benim öyle sandığım- şeyi olumlu bulsam da ben de filmi beğenmeyenlerdenim. Yine de bir bütün olarak haksızlık etmeden üzerine birkaç söz etmek istiyorum, çünkü dediğim gibi, filmin yapmaya çalıştığı şey bence üzerine konuşmayı hak ediyor.
FLEABAG ETKİSİ
Film hakkında en çok konuşulan konu, popüler kültürde son zamanlarda sıkça rastladığımız bir yöntem olarak "4. duvarı yıkmak" olarak da anılan, karakterin kameraya bakara konuşması oldu. Her ne kadar sinemada uzun yıllardır kullanılan bir yöntem olsa da ünlü dizi Fleabag'le popüler kültürde kendine yer edinen bu yöntem, Bihter seyircisine pek hitap etmemiş görünüyor.
Bihter, filme adını vererek bu Aşk-ı Memnu anlatısının tamamen kendi gözünden anlatılacağını daha en başında kameraya bakarak seyirciye duyurmuş oldu. Ancak bu yöntem, anlatıya biraz komedi ve sarkazm öğeleri katan, anlatıyı trajediden uzaklaştıran bir yöntem. Dolayısıyla izlediğimiz Aşk-ı Memnu uyarlaması, adeta hem kitaba hem de önceki uyarlamalarına karşı bir alaycılık içeriyordu.
Bu yöntemin özellikle seçildiğini; Bihter'in -Halit Ziya'nın kitapta yaptığı gibi- cezalandırılması gereken bir günahkâr olarak değil de kendi kaderine yön veren bir özne olarak kurgulanmak istendiğini düşünüyorum. Nitekim filmin sonunda, orijinal hikâyenin tamamen değiştirilmesi ve Bihter'in "yürüyüp gitmesi", bu niyetin bir sonucu gibi duruyor. İşte olumlu bulduğum yönü bu filmin: Bihter'i yaşatmaya çalışması.
Lakin Bihter'i yaşatmanın bedeli, onun yaşadıklarını ve duygularını hafifletmek, hikâyeyi uçuculaştırmak olmuş bana kalırsa. Özellikle tecavüz sahnelerinin sertliğine rağmen seyircide ve hatta Bihter'de yoğun bir duygu uyandıramaması, seçilen bu biçimsel yöntemle ilgili diye düşünüyorum.
Hikâyeyi tamamen sarkastik bir biçimde ele alsaydı oldukça başarılı olabilecek bu yöntem, bu haliyle kopuk ve savruk bir anlatıya yol açmış. Behlül'ün, son sahnesinde "Nihal'i öldürüyoruz," dedikten hemen sonra "Nihal bayıldı" lafını duyunca "Al işte, öldürdük Nihal'i" demesi, bu hiç de inandırıcı olmayan mazeretle senaristin dalga geçtiğini düşündürüyor. Ancak dediğim gibi, bu sarkastik yaklaşım filme sirayet edememiş; film trajediyle komedi arasında salınırken gülünç olmaktan kurtulamamış.
HİKÂYE ANLATMA SANATINDA ORTAK DİL KURMAK
Hikâye o kadar kopuk kopuk anlatılıyor ki Bihter ne ara âşık oldu, Behlül Nihal'i sevdi mi, Firdevs kızgın mı anlamak mümkün değil. Burada şunun altını çizmem gerek: Filmi diziyle karşılaştırıyor değilim. Tabii ki iki sezonluk, 79 bölümlük bir dizide yaratılan altyapının 2 saatlik bir filmde aynı şekilde kurulması mümkün değil. Ama bu, bütüncül bir hikâye kuramamanın bahanesi de değil. Nitekim Halit Refiğ'in 1975 yapımı TRT uyarlaması da hepi topu 3 saatlik bir dizi-filmdi ve gerek senaryonun sağlamlığı gerekse oyuncuların performanslarıyla baştan sona muhteşem bir Aşk-ı Memnu uyarlaması olarak anılmayı hak ediyor.
Oyunculuk performansları konusunda herhangi bir yetkim olmadığı için bir yorumda bulunmam doğru olmaz. Ancak Aşk-ı Memnu'nun diğer iki uyarlamasını da izlemiş bir izleyici olarak başta Hande Ataizi olmak üzere -Nezaket Erden hariç- yan karakterlerin oyunculuklarını çok zayıf bulduğumu belirtmem gerek. Nezaket Erden'i daha çok görmek isterdim. Bihter'e gelince: Farah Zeynep Abdullah güzelliğiyle ve tavrıyla iyi bir Bihter olarak karşımıza çıksa da iki büyük sorun vardı ki bence bütün performansı öldürdü. İlki, Abdullah'ın neredeyse söylediği hiçbir şeyin anlaşılmamasıydı. Bu sorun maalesef son yıllarda Türk film ve dizilerinde çokça rastladığım ve nedense hiç konuşulmayan bir mesele. "Doğal oyunculuk" sanıldığından mıdır bilinmez, oyuncular kelimeleri ağızlarının içinde yuvarlıyor; ya çok hızlı ya da çok yavaş, ya çok bağırarak ya da tamamen kısık sesle konuşarak ne dediklerinin anlaşılmasını imkânsız hale getiriyorlar. Farah Zeynep de bu filmde, hele ki Bihter'in "delirdiği" bölümlerde inandırıcı olmak adına diksiyonu tamamen yutmuş. Ben bunu bir zayıflık olarak görüyorum.
İkinci ve bence filmdeki kopuklukların temel nedeni olan sorunsa güncel gündelik dilin, dönemin diliyle sıkça birbirine karışmasıydı. Bir yandan Cumhuriyet'in ilk yıllarının İstanbul ağzıyla konuşan Nihal, diğer yanda Youtuber mimik ve jestleriyle hareket eden Bihter, öte taraftaysa bazen mahalle delikanlısı bazen İstanbul beyefendisi ağzıyla Behlül... Ortak bir dil kurulamaması, izleyicinin anlatıya dâhil olmasını baştan sona engelliyor.
BİHTER'İ YAŞATMAK
Filmde bazı şeylerin neden aslına sadık kalınmadan uyarlandığını anlamak çok mümkün değil. Evet, filmin sonu orijinal metnin bir alternatifi olmuş; nitekim herkesin senelerdir "Bihter'in kalbine sıkmadığı bir alternatif versiyon" hayali vardı. Ancak Melih Bey'in, Firdevs Hanım'ın eski kocası değil de babası olarak aktarılmasının hikâyeye nasıl bir katkısı vardı acaba?
Filmin sonuna yeniden gelelim. Birçok kişi bu sonu beğenmediğini söylese de ben fikir olarak Bihter'i yaşatmayı oldukça heyecan verici buldum. Tabii başından itibaren anlatı daha sağlam kurulsaydı ve son sahnede, elinde silahla çekip gitmesi daha gerçekçi bir şekilde kurgulanabilseydi film, Madam Bovary'den beri "ihanet ettiği için ölüme mahkûm edilen" kadın karakterler kurgulayan erkek yazarlara feminist bir cevap olabilirdi. Ancak bu haliyle de iyi bir girişim olarak görüyor, Bihter'i yaşatmanın başka yollarını aramalıyız diye düşünüyorum.