Fadıl Öztürk
Bir daha asla büyümeyelim
Bu dille bir gün bunları yazacağımı önceden bilmezdim. Biz kendini bilmez çocuklar olarak o dağ eteklerinde, o su kıyılarında yaşıyorduk. Kasaba dönüşü kırık bir Türkçeyle komşularımıza mahkemede neler olduğunu anlatan dedeme garip bir şekilde bakar ve konuştuğumuz dilden başka dillerin olduğunu anlar, o dili bilen biri olduğu için de dedeme merakla bakardım.
Ben o zamana kadar dünyanın bütün köylerinde bizim, kasabalarında ise dedemin kasaba dönüşü konuştuğu dilin konuşulduğunu sanırdım. Köylerde bizim, kasabalarda onların var olduğunu zannederdim. Şehirlerin farkında bile değildim. Dünyayı iki dilli bilirdim. İlkokulda tek ayak üstünde bekletilerek öğrettikleri Türkçeyi öğrenince dedemin o dili nasıl eğip bükerek konuştuğunu anlamış, içimden gülmüştüm ona. Bu da çocukluğumla aramı açan ilk yanılgım olmuştu. Öğrendikçe yanılacak, yanıldıkça çocukluğumdan uzaklaşacağımı nerden bilecektim.
Dedelerimizden duyduklarımız iyi şeyler olmasa da yaşanmış kabul edip beraberimizde taşıyarak aktaracaktık çocuklarımıza. Babalarımız suspus, annelerimiz gelindi. Bizden önce yaşananlardan bihaber çocuklardık o zaman.
Anlatmışlardı, tıpkı Xızır’n olmadık anda ortaya çıkması gibi çıkmış ortaya Fevzi Çakmak efendi. O zor durumda ortaya çıkmış ve düdük çalmış, tüm katliamlar durmuş... Çok sonra öğrenmiştik, aslında adı geçen zatı düdük yapıp çalmak lazımmış. Aslının böyle olmadığını anlatıcı da biliyordu. Ama bir önceki kuşağı kaybedenler olarak bir sonraki kuşağı yani çocuk ve torunlarını bir başka kırımdan kurtarmaları gerektiğine inandıkları için böyle anlatıyorlardı. Zaten kendini kurtarmak için değil bir sonraki kuşağı kurtarmak için kurulan sözler yalan sayılmazdı onların nezdinde. Bunda yaşlılarımızın art niyeti yoktu, hayatla takas ettikleri iç dünyalarına sızmış korkuları vardı.
Bir katliamla ortaya saçılan sadece et ve kemik yığınları olmaz, acı karşısında kendini dağa taşa vurarak dolaşan dil de dağılmış olur. Her katliam yaşamasına değil ölümüne tanık olunan yerle gök arasına sığmayan bir iniltidir. Büyüdükçe öğrendim ki, Fevzi Çakmak düdük çalmaya çalmış ama Mazgirt’in dibinde kurşuna dizilen tek bir insanı kurtarmamıştı o düdük. Paşalığı yere batsın Fevzi’nin.
Uzun kış geceleri meşe odunuyla yanan sobanın başında dedem anlatmıştı. 38’de devlet katliamlarla emeline ulaştıktan sonra direnişe hiç katılmamış olan Mazgirt aşiret liderlerini ve o güne kadar haklarında şikâyet olanları da kendine tehlike görüp, o yaz sıcağında köylerinden tek tek alarak Moxundi’ye (Darıkent) toplamışlar. Moxundi’den de hepsi zincirle birbirine bağlanarak yaya bir biçimde Mazgirt merkezine götürülmüş. Götürülenler arasında emekli bir müstantik (Sorgu yargıcı) olan Süleyman Sutti adında biri varmış. Süleyman Sutti, daha önceden tanıdığı kendisi gibi zincirlenmiş aşiret ileri gelenlerine bağırarak "Birbirinize kurşun sıkmakta bir gün olsun geri durmadınız. Aha devlet sizi ölüme götürüyor. Neden ağzınızı bıçak açmıyor?" diye çıkışmış ve kurşuna dizilinceye kadar da ağzına geleni devlete saymış.
Götürülenlerin hepsi Mazgirt’in arkasındaki derede kafile kafile kurşuna dizilmişler. Devlet kurşuna dizilenlerin yakınlarına gelip ölülerini almaları için haber salmış. Tıpkı şimdiki gibi o zaman da insanlara hayatı değil ölümü reva görürmüş devlet. Fakirlik zamanıymış, kefen bezi alacak durumları yokmuş, ölülerini sarıp köylerine götürmek için yorgan yüzlerini söküp götürmüşler. Yazmış ve hava da çok sıcakmış. Bütün cesetler üst üste atılı bir durumdaymış. Güneş altında şişmiş ve tanınmayacak, bir yerden başka bir yere götürülmeyecek haldeymiş cesetler. Tuttuklarında et kemikten ayrılıyormuş. Koku dayanılacak gibi değilmiş. Cesetler taşınacak durumda olmadığı için herkes beraberinde getirdiği yorgan yüzlerine sarıp olduğu yere gömmüş ölüsünü. Kurşunlanmış insan cesetleri gömülse de acıların gömülmeyeceğini öğrenerek büyümüştük.
Bu kıyımı anlatırken her seferinde dedemin gözlerinde görürdüm ölümü.
Ölmekle biten bir şey değil hayat. Ölüm ölümü hatırlatır, bir yakınımız öldüğünde sadece ona değil ondan önce öldürülmüşlerimize de ağlıyoruz aslında. Bizim oralarda insan ömrünün sonuna kadar yaşayamıyormuş, öğrendikce uzaklaştım çocukluğumdan. O günden sonra her ölümle biraz ben öldüm, her doğumla biraz ben doğdum. Annem ve babam yedi çocuğuyla yedi sefer doğmuş, bir çocuklarının ölümüyle ölmüştü. Ölüm, her yaşandığında başa döndüğümüz hesapmış, içinden bir türlü çıkamadığımız bir hesap olduğunu çok sonra öğrendim...
Çocukluğumuzda birimizin hayatı bir diğerimizden farklı değildi. Aynı yıldızlı yaz geceleri, aynı ırmak kenarları ve aynı şarkıydı sanki beraber başlayıp beraber bitirdiğimiz, sonsuza kadar süreceğinden kuşku duymadığımız.
Hayat mı bizden çok uzaktaydı yoksa biz mi hayattan. Babalarımız adına askerlik dedikleri yere giderlerdi ve adlarına ‘onbaşı-çavuş’ ekleri alarak geri dönerlerdi. Oralar ne kadar uzaktaydı bilmezdik, ölümün bize uzaklığı ve yakınlığını bilmediğimiz gibi. Anlatsalar da anlayamazdık. Bizim için uzak gözümün gördüğü en son yerdi. Ondan sonrasının gurbet olduğunu anladığımızda büyümüş, bu büyümeyle bir kere daha yanılmıştık.
Büyüyerek benim gibi yanılanlara diyorum ki: Gelin çocuk olalım yeniden, binip o kamyon kasalarına geldiğimiz yerleri bir bir geriye sararak geri dönelim; Okuduğumuz okullardan, gazete sattığımız sokaklardan, resimli romanlardan da geriye; Bademler pembe çiçek açar ya oraya kadar geri gidelim; Her köşe başında kaybettiğimiz bir arkadaşımızın bizi beklediği, ömrümüzü gün gün üstümüzden soyup atarak, canımız acısa bile ağız dolusu güldüğümüz zamana kadar hiç arkamıza bakmadan geri gidelim; Karsız dağları, balıksız nehirleri geçerek gidelim. Hayal yakamızı bıraksa da biz bırakmayalım hayalin yakasını, o günlere gidelim...
Uzaklaşalım, suyu avuçla içtiğimiz yere kadar uzaklaşalım. Yıldızlarla konuştuğumuz gecelere varacak kadar, kimseye haber vermeden eskiye gidip yenilenelim. Orada her şey yapalım ama bir daha asla büyümeyelim.
42 gündür Gülistan Doku nerede? Çocukluğumuz nerede?