Ragıp Duran
Birey ve devlet
Bireylerin gerek şahsi gerekse kolektif davranışlarını gözlemek, anlamak, çözmek kolay değil. Her birey, ayrı ve özgün bir evren. Sabit de değil bireyin tutumları. Sözkonusu bireyler bir araya geldiğinde, evde, işyerinde, mahallede, kentte, memlekette, daha da karmaşık itkiler, gerekçelerle kolektif olarak farklı tepkiler gösterebiliyor. Ne zaman, nasıl, nerede hangi kutuptan etkilendiğini saptamak da zor bir çalışma. Üstelik birey, bulunduğu çevreye göre davranan/reaksiyon gösteren bir canlı varlık olduğu için meseleye mutlaka toplumsal pencereden de bakmak gerekiyor. İyi gazeteci, iyi bir gözlemci ve iyi bir toplumbilimci olmak zorunda. Bizim işimiz gözlem, sentez, analiz. Ve bunları kolay ve rahat anlaşılabilir bir dille okura, izleyiciye, dinleyiciye aktarmak.
Medyanın birey ve toplum üzerindeki etkisi, özellikle Batı akademiasında yıllardır önemli bir inceleme/çalışma alanı.
Medya yaklaşık olarak 1980’lere kadar sadece Türkiye’de değil bütün dünyada toplumu birleştirmek, belirli bir kalıba dökmek, yurttaşları bazı değer yargıları temelinde bir araya getirmek için uğraşıyordu. Bizde mesela, televizyon yayınları Ulusal Marş ile başlayıp yine Ulusal Marş ile kapanırdı. Bizim matbuatımızın kurucu babası zaten Sultan 2. Mahmut idi. ‘’Ajans’’ izlemek başlı başına bir ritüeldi. Ciddi bir işti. Büyüklerimiz, bir başka deyişle ‘’Devletimiz’’ yurttaşlarını (Kullarını?) bilgilendiriyordu. Dinlemek gerekirdi, hatta söylenenlere uymak şarttı.
BBC için de söylenir: BBC radyosunda sabah 8 haberleri takım elbise ile ayakta dinlenir!
O zamanlar Türkiye’de zaten tek kanal vardı. Bunu hatırlattığım iyi olmadı galiba. Şimdi birisi çıkıp da ‘’Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak, Tek Dil’’ sloganına bir de ‘’Tek Kanal’’ eklemesin, aman! Aslında çoktan eklendi ama farklı bir görünümde… Çok kanal varmış gibi görünüyor ama neredeyse hepsinin ideolojik işvereni aynı!
Hemen iki örnek: Bugün artık kendisine vakti zamanında haksızlık ettiğimizi itiraf ettiğimiz Süleyman Demirel, Türkiye tek kanaldan kurtulup çok kanala geçtiği dönemde siyasi bir mitingde konuşuyor. Tombul ellerinde 4-5 mikrofon tutarken demişti ki, ‘’Bakın artık çoğulculuğu getirdik. Eskiden bir tek TV kanalı vardı şimdi bir sürü TV kanalı var’’. Doğruydu söylediği. Ama akşam ekran karşısına geçtiğimizde, mevcut 4-5 kanalda da aynı adam konuşuyordu.
Çin Halk Cumhuriyeti için anlatılır: Kocaman ve kalabalık bir ülke. Mao dönemi. Ve ne yazık ki orada da o zamanlar bir tek TV kanalı var. China 1. Sabahtan akşama askeri üniformalı sunucular tarafından rejimi öven konuşmalar, programlar, haberler yayınlanıyor. Yöneticiler bakmış tek kanal pek izlenmiyor. ‘’İkinci bir TV kanalı kuralım da çeşit olsun, çoğulculuk olsun’’ demişler. Güzel değil mi? Nitekim kurmuşlar China 2 kanalını. Bu ikinci kanalda bu sefer sivil giyimli sunucular var. Büyük değişiklik! Ama o sunucular da 24 saat boyunca işaret parmağı ile sağ tarafı gösterip bir tek cümleyi habire tekrar ediyor: Birinci kanalı izleyin… Birinci kanalı izleyin… Birinci kanalı izleyin…
Başta TV olmak üzere tüm medya organlarında devlet tekelinin kırılması ve ‘’özgür medya’’ adı altında özel sektör medyasının sahneye çıkmasıyla evet belki TV kanalı ve radyo istasyonu sayısı arttı ama bu yeni medya organlarının editoryal içeriklerine baktığımızda, toplumdaki çokrenkliliğin, çoksesliliğin ekran ve mikrofonlara yansıdığını pek göremiyoruz. Eski tas eski hamam. Tas ve hamam sayısı arttı, o kadar.
Akademik çalışmalar, kitlesel bir medya aracı olarak televizyonun, özellikle eğitim/kültür/gelir düzeyi orta alt ve alt düzeyde olan toplumsal kesimlerde en yaygın haber ve eğlence kaynağı olduğunu gösteriyor. Bu durum özellikle ‘’gelişmekte olan’’ diye adlandırılan ülkelerde geçerli. Refah düzeyi yüksek ülkelerde yurttaşların büyük çoğunluğunun esas haber ve bilgi kaynağı artık İnternet.
Türkiye’deki iktidar 2002’den bu yana çeşitli manevralarla boyutları devasa bir yandaş medya nebulasını boş yere yaratmadı. Keza son seçimlerden hemen önce yine şaibeli bir şekilde Doğan Medya Holdingi havuza katmadı. Tayin edici olmasa da, seçimler ve sayımdaki usulsüzlükleri hesaba katsak da, Erdoğan’a ve AKP’ye oy veren yurttaşların önemli bir kesiminin ahaber’i beğenerek ve ona inanarak izlediğini saptayabiliyoruz.
Bourdieu’nün meslekdaşlarından Patrick Champagne’ın son kitabı ‘’Double İndependance’’da (Çifte Bağımlılık), güzel bir şekilde açıkladığı üzere, ortalama yurttaş, genel olarak medyayı özel olarak televizyonu, yeni hatta kafasına yatmayan, bilmediği anlamadığı bir bilgiyi öğrenmek amacıyla izlemiyor. Tam aksine, zaten kafasındaki gönlündeki dogmaya uyan, onu onaylayan bir haber ya da programı izleyerek tatmin oluyor: ‘’Hah işte helal olsun! Tam da benim düşündüğüm/istediğim gibi’’ nidasını attırmak önemli egemen medyacı için.
Bizde çeşitli tarihi, ekonomik, sosyolojik, pedagojik hatta psikolojik neden ve gerekçelerle zaten fikir ve bilgi yoksulu, kişiliği zedelenmiş, ezik yurttaş, ‘’Dünya Lideri’’, ‘’Avrupa’nın En Büyük Havaalanı’’, ‘’Mars’a dört şeritli otoyol’’ gibi çürük reklam sloganlarıyla avunabiliyor, tatmin olabiliyor, üstünlük/aşağılık kompleksleriyle başa çıktığını sanıyor.
Muhalefet cephesinde de bazı farklı nitelikleri olsa da, Halk TV ya da Sözcü gibi medya organlarının, profesyonel gazetecilik/habercilikten çok siyasi/ideolojik motivasyonlarla yayın yaptığı da bir başka gerçek. Yurttaşa ve yurttaş kitlesine sürü olarak bakmak, zıt kutuplardaymış gibi görünen bu iki medya anlayışının aslında ortak niteliği. Gaz vermek ya da gaz almak gibi bir etkinlik, haber vermek ve farklı yorumlar sunmaktan daha önemli bu medya organlarında. Ver Mehteri bir yanda… Gazi Mustafa Kemal muhabbeti öte yanda.
İşte bu nedenle bugün Chomsky’nin önerdiği ve hala geçerli olan ‘’Bağımsız Medya Adacıkları’’ yaklaşımı her zamankinden daha büyük bir ihtiyaç. Yandaş medya, bağımlı oldukça, hakiki muhalif medyanın daha bağımsız olması gerekiyor.
Keza, Saray’a bağımlı medya merkezileştikçe, özgür bağımsız medyanın daha ademi merkeziyetçi olması elzem. Bu nedenle de ‘’Kendi medyanı yarat’’ sloganı gerçekçi bir tutum.
Buraya kadar işin daha çok araçsal yanına değinmeye çalıştım. İktidarın medyası ile bağımsız/özgür medya arasındaki biçimsel farklar önemli. Ne var ki daha fazla ağırlığı olan alan içerik. İktidarınkinden farklı bir biçim ve biçemle de olsa, siz muhalefet olarak, hala iktidar söylemiyle yurttaşa ulaşmaya çalışıyorsanız, işin araçsal yanının hiçbir değeri kalmıyor. İşte zaten bu nedenle de Türkiye’de, Kürt Meselesi, Ermeni Sorunu, laiklik hatta dış politika gibi tayin edici konularda, iktidarla muhalefetin hem biçim hem de içerik olarak çok büyük farklılıklar göstermediği konularda milli mutabakat hemencik kuruluveriyor. Bakın mesela son iki olayda (Yüksekova ve ABD ile olan gerilim), ana muhalefet partisi liderinin açıklamaları Saray’ın açıklamalarının tıpa tıp aynısıydı! Yine kenetlendik milletçe! Kitlendik daha doğru bir betimleme bence.
Bu uzlaşmayı devlet destekli, ideolojik egemenliği elinde tutan ve yaygınlaştıran medya sağlıyor büyük ölçüde. Yandaş medyaya karşı mücadele tam da bu nedenle esas olarak siyasi ve ideolojik bir mücadele. ‘’Etik kuralları ihlal ediyorsunuz’’ ya da ‘’Evrensel gazetecilik ilkelerini çiğniyorsunuz’’ gibi itirazlar haklı ve doğru olsa da temel sorun değil. Ciddi bir muhalefet, eleştirdiği, yıkmak, değiştirmek istediği her tutum ve siyaset için, yeni, özgün bir tutum ve siyaset önermekle sorumlu.
Bu yapılmadığı sürece… tasada ve kaderde ortak bir kitle… milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde… kahrolsun terörizm… kanı yerde kalmayacak… Şeytan’ın füzesi varsa bizim de imanımız var… söylemiyle işi idare etmeye çalışır egemenler.
Bu tutumla ne Ankara-Washington ilişkileri düzeliyor, ne faiz düşüyor, ne de Türk Lirası değer kazanabiliyor.
Başa döndüm. Ancak ve ancak bağımsız ve özgür bireylerin oluşturduğu bir milletin devleti demokrat olabilir.