Doğan Özgüden
Boran ve Onger’den Figen Yüksekdağ’a…
Dört ay kadar önceydi, çoğunu 60’lı yıllarda yükselen mücadelemizin örgütsel yapılarında ya da medyasında yakından tanıdığım, hattâ birlikte mücadele verdiğim 101 Aksaçlı "Toplumun her kesimine adil ve özgür bir topluma ulaşmak için bütün muhalefet güçlerinin bir demokrasi ittifakında gecikmeksizin buluşması" için ortak çağrı yapmıştı.
Bu hafta da, Yanyanayız, Biraradayız grubunu oluşturan arkadaşların Meclis’te temsil edilsin edilmesin hiçbir muhalefet partisini, hiçbir demokratik güç odağını dışarıda bırakmayan bir demokrasi ittifakı çağrısı yapması bekleniyor.
Şu sırada muhalefette bulunan CHP’den ve müttefiklerinden ne ses gelir bilinmez ama, yıllardır ülkemizde demokratikleşme mücadelesinin siyasal planda başını çeken HDP Edirne’den Hakkâri’ye Demokrasi Yürüyüşü’nü tamamladıktan sonra 20 Haziran’da esasen şu açıklamayı yapmıştı:
"HDP, özgürlükler için, demokrasi için, barış için, adalet için, eşitlik için, iş ve aş için, doğa için, kadın özgürlüğü için yürüdü. Bizim tek derdimiz halkımızın hak ve hukuk temelinde, özgürce bir yaşam sürmesidir. Buradayız! Burada olacağız. Selahattin Demirtaş olarak, Figen Yüksekdağ olarak, cezaevlerindeki tüm üyelerimiz, yöneticilerimiz, milletvekillerimiz, belediye eşbaşkanlarımız ve seçilmişlerimizle birlikte buradayız ve daha güçlüyüz. Yolumuz açık olsun. Mutlaka kazanacağız."
HDP’nin bugünkü yöneticileri gibi, dört yıldır Tayyip’in zındanlarında ağır mahpusluk koşullarına rağmen direnmeye devam eden eski eş genel başkanları Salahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ da yaptıkları açıklamalarla bu kararlılığı vurguluyorlar.
Kocaeli Kandıra F Tipi Cezaevi’nde bulunan Figen Yüksekdağ geçen hafta Artı Gerçek’ten Derya Okatan’ın kendisiyle yaptığı söyleşide muhalefet partilerinin HDP’ye karşı "mesafeli" tavrıyla ilgili bir soruya verdiği yanıtta şöyle diyor:
"Bu bizim değil mesafe koyanların sorunu. Biz kimseden hayrına bir yakınlık beklememeyi, ilkelerimizden ve deneyimlerimizden öğrendik. Yıllardır yaralarımızı sara sara, yalanlarla, yasaklarla, vicdansızlıklarla çarpışa çarpışa yürüyoruz. HDP, tarihi bir sosyal hakikattir. Bunu anlayıp anlamlı bir ilişki kurmayandan, zaten günübirlik ne bekleyebiliriz ki… Hâlâ başta iktidar güçleri ve iktidar tarafından yönetilen muhalefet söylemi, ‘HDP bir yana, ona oy veren milyonlar bir yana’ tekerlemesiyle günü kurtarmaya çalışıyor. Bu onur kırıcı, faydacı ve acımasız yaklaşımın halkların bağrında nasıl derin izler bıraktığının farkında değiller…"
Demirtaş da, Yüksekdağ da, 12 Mart 1971 darbesini izleyen dönemde dünyaya gelmiş, 12 Eylül 1980 darbesinin zulmünü nedeyse çocuk yaşlarında tanımış, 90’lı yıllardan itibaren kavganın en uç noktalarında sorumluluk üstlenmiş iki gerçek devrimci.
HDP’nin Türkiye siyasal hareketinde bir devrim niteliği taşıyan en önemli açılımlarından biri hiç kuşkusuz hem parti yönetiminde, hem de partinin seçimle yönetimini üstlendiği belediyelerde "eş başkanlık" sistemini kurmuş olmasıdır.
2012 yılından itibaren HDP’nin eş genel başkanlığını Fatma Gök, Sebahat Tuncel, Figen Yüksekdağ, Serpil Kemalbay ve son olarak da Pervin Buldan üstlendiler.
Yüksekdağ’ı sadece bir parti yöneticisi olarak değil, aynı zamanda değerli bir meslektaşım olarak gıyaben tanıyorum. Daha lise çağlarında sosyalist harekete katılan Yüksekdağ, İşçinin Yolu dergisinde başladığı gazetecilik çalışmasını Atılım gazetesi ve Sosyalist Kadın dergisi yönetiminde de sürdürmüş, bir süre Ezilenlerin Sosyalist Partisi genel başkanlığında bulunduktan sonra 22 Haziran 2014’te yapılan büyük kongrede Selahattin Demirtaş’la birlikte HDP’nin eş genel başkanlığına seçilmişti.
Kasım 2015’teki genel seçimlerde Van’dan HDP milletvekili seçilen Yüksekdağ, Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yürüttüğü bir terör soruşturması kapsamında 4 Kasım 2016’da gözaltına alındı, ardından gönderildiği Diyarbakır’da hakkında tutuklama kararı çıkartılması üzerine Kocaeli Kandıra F Tipi Cezaevi’ne sevkedildi. O da yetmedi, hakkındaki kesinleşmiş hapis cezası gerekçesiyle 21 Şubat 2017 tarihinde milletvekilliği, 9 Mart 2017'de de parti üyeliği düşürüldü.
Kadını erkeğe tabi bir yaratık sayan Şeriat kafasının yönetimi hâlâ elinde tuttuğu bir ülkede HDP’nin getirdiği eş başkanlık sistemi demokratikleşme sürecinde büyük bir adımdır.
HDP’nin ve onun yönetimindeki belediyelerin kadın eş başkanlarının erkek yoldaşlarıyla tam bir eşitlik içinde nasıl yiğitçe mücadele yürüttüklerini kıvançla izlerken hep kadın-erkek eşitliğinin sol örgütler yönetimlerinde dahi mevcut olmadığı 60 ve 70’li yılları anımsarım.
1962’de Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığı üstlenmesinden sonra sadece metropollerde ve işçi kentlerinde değil tüm ülkede hızla örgütlenme sürecine girmiş olan Türkiye İşçi Partisi’nde, dönemin sendikalarında, kitle örgütlerinde, hattâ sol medyada yönetici kadın sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı.
TİP’in bazı toplantılarında az sayıdaki genç kadın yoldaşlarımızın kızıl pazubentle görev üstlenmeleri gururla izlenir, ama yönetim sürekli erkeklerde olurdu.
Hiç unutmam, ancak 60’lı yılların sonlarına doğru kadın yoldaşlarımızdan bazıları, başta bizden önceki kuşaktan sevgili Asiye Eliçin olmak üzere, devrimci bir kadın örgütü kurmak için insiyatif almışlardı. O yıllarda solun sesini duyuran Akşam gazetesinde ve Ant dergisinde yöneticilik ve yazarlık üstlenmiş bulunan İnci Tuğsavul’u da aralarına almak için kendisini ziyaret etmişlerdi.
12 Mart 1971 darbesi TİP’e ve sol eğilimli tüm kitle örgütlerine darbe vurduğu gibi sözünü ettiğim kadın örgütlenmesinin gerçekleşmesine de olanak tanımamıştı.
Sosyalist kadınların ciddi şekilde örgütlenmesi ancak 12 Mart darbesinden beş yıl sonra mümkün oldu, TİP’te, sendikalarda, çeşitli kitle örgütlerinde sorumluluk üstlenmiş ya da militanlık yapmış olan kadınlar 1975 yılında TKP’nin girişimiyle kurulan İlerici Kadınlar Derneği (İKD) bünyesinde örgütlenmeye başladılar.
İKD’nin genel başkanlığını üstlenen Avukat Beria Onger’i çok önceden tanıyordum… Daha 1965’te İleri Kadınlar adlı bir dernek de kurmuş olan Onger genel yayın yönetmeni olduğum Akşam gazetesini sık sık ziyaret eder, kadın sorunu üzerine görüşlerini anlatırdı, getirdiği yazılarını aynen yayınlardım.
Yurt çapında 33 şube ve 35 temsilcilik kuran, 1978’de Uluslararası Demokratik Kadınlar Federasyonu (UDKF)’ye katılan, Beria Onger’in imtiyaz sahibi ve Zuhal Meriç’in yazı işleri müdürü olduğu Kadınların Sesi dergisini yayınlayan İKD’nin üye sayısı 1979’da sıkıyönetim tarafından yasaklanıncaya kadar 15 bin’i bulmuştu.
Kadın olarak Türkiye’nin siyasal yaşamına damga vuran en önemli şahsiyet ise hiç kuşkusuz Behice Boran’dır.
Boran, 40’lı yıllarda Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi doçentiyken Yurt ve Dünya ve Adımlar dergilerine yazdığı yazılar nedeniyle 1948’de üniversiteden uzaklaştırılmış, 50’li yıllarda Barışseverler Cemiyeti, 60, 70 ve 80’li yıllarda Türkiye İşçi Partisi, 1987’de sürgünde yaşama veda etmeden önce Türkiye Birleşik Komünist Partisi‘nin genel başkanlığını üstlenmiştir.
40’lı yıllardan itibaren ismen tanıdığım ve kavgasına saygı duyduğum Behice Boran’la örgütsel yoldaşlığımız devrimci sendika liderleri tarafından 1961’de kurulan, ertesi yıl Mehmet Ali Aybar’ın başkanlığında ülke çapında örgütlenmeye başlayan Türkiye İşçi Partisi saflarında oldu.
Parti programını ve propaganda belgelerini hazırlamakla görevli Bilim ve Araştırma Kurulu’nda birlikte çalışmış, 1963 yerel seçimlerinde parti propagandası için düzenlenen toplantılara birlikte katılmış, 1964 yılındaki TİP birinci büyük kongresinde Merkez Yürütme Kurulu’na birlikte seçilmiştik.
Yönetim kurullarında beden işçisi-fikir işçisi ayrımı yapılmasına ve parti gençlik kollarının genel yönetim kurulunda temsilinin engellenmesine muhalefet ettiğim için ihraç edilmiş olsam da, yönettiğim tüm medyada TİP’i desteklemeye ettim.
TİP’in 1965’te Meclis’e girmesinden sonra milletvekili olarak verdiği mücadelesini yakından izleyerek Akşam’da ve Ant’ta yansıttığım Behice Boran’ın 12 Mart darbesinden sonra uzun süre hapis yattıktan sonra 1976’da kurmuş olduğu 2. TİP’in Avrupa’da sesinin duyurulması ve örgütlenmesi sorumluluğunu da tereddütsüz üstlendim.
Türkiye’de mücadelelerine yakından tanık olduğum Boran ve Onger, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinden sonra bizler gibi Türkiye’yi terkederek sürgüne çıkmak zorunda kaldılar.
Ancak bu darbeden tam bir yıl önce, sol içindeki örgütsel rekabet, Boran ile Onger’i 1979 yerel seçimlerinde dramatik bir şekilde karşı karşıya getirmişti.
14 Ekim 1979’da yapılan Cumhuriyet Senatosu C Grubu seçimlerine İstanbul’da Türkiye İşçi Partisi ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi adaylarının yanı sıra Türkiye Komünist Partisi ile bir başka sol grubun gösterdiği bağımsız adaylar da katılmıştı. Bu dört parçalı katılım nedeniyle sol seçmen ciddi bir kararsızlık yaşamış, TKP’nin desteklediği bağımsız aday Beria Onger 20.215, TİP adayı Behice Boran 12.969 oy alabilmiş, diğer iki adayın oyları ise 5 bin’in de altında kalmıştı.
Seçimde aldığı bu başarısız sonuç karşısında Behice Boran TKP’ye karşı eleştirel tutumunu değiştirerek Türkiye’de bu partinin temsilcileriyle birleşme görüşmelerine başlayacak, 12 Eylül darbesinin ardından sürgüne çıktıktan sonra Bulgaristan’da, Belçika’da ve Almanya’da sürdüreceği görüşmelerin sonunda iki partinin Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adı altında birleştiğini Brüksel’de bir basın toplantısıyla açıkladıktan birkaç gün sonra 10 Ekim 1987’de sonra yaşama veda edecekti.
Sürgün döneminin başlarında Behice Boran bizim konuğumuz oldu, aynı dönemde sürgüne çıkmak zorunda kalmış olan Beria Onger’le şahsen hiç karşılaşmadık. Türkiye’ye dönüşünden sonra 14 Şubat 2015’te yaşamını İstanbul’da yitirdiğini öğrendik.
Ancak İnci de, ben de, sürgünde hem Behice Boran’la hem de Beria Onger’le bir yazgıyı paylaştık.
12 Eylül faşist cuntası, sürgündeki yüzlerce rejim karşıtı gibi bizleri de, Boran ile Onger’i de Türk vatandaşlığından çıkartmıştı.
Başbakan Turgut Özal "Türkiye'de demokrasiye dönülüyor" propagandası yapmak üzere 23 Eylül 1987'de Berlin'e geldiğinde "vatansızlaştırılmışlar" olarak Berlin Senatosu'nda bir basın toplantısı yapmış, Özal'ın yalanlarını açıklayıp gerçekten demokratikleşme için neler yapılması gerektiğini ortaya koymuştuk.
Benim de bulunduğum bu basın toplantısına, sağlık durumları elvermediği için Behice Boran ve Beria Onger şahsen katılamamıştı, ama okuduğumuz ortak bildiride onların da imzaları vardı.
14 Ekim 1979 Senato seçimlerine Boran ve Onger’e rakip sol aday olarak TSİP’adına katılmış bulunan ve onlar gibi vatandaşlıktan çıkartılmış olan TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu da basın toplantısına katılanlar arasındaydı. Üçü bu kez şahsen olmasa da, ismen bir aradaydılar…
Gültekin Gazioğlu da yurda döndükten kısa bir süre sonra 10 Ağustos 2005’te yaşama veda etti.
Tekrar yazıya başladığım noktaya geliyorum.
Dört sol partinin 1979 hezimetini ve daha sonraki benzerlerini bir daha yaşamamak için art arda yükselmekte olan Demokrasi İttifakı çağrılarına kulak verilsin.
Ülkemizi İslamcı faşist bir diktanın cenderesi altına sokmakla yetinmeyip, vatandaşın vergileriyle besleyip silahlandırdığı orduyu ve İslamcı terörist paralı askerleri, son Dağlık Karabağ örneğinde olduğu gibi, sınır ötelerinde İslami fütuhat’a gönderen Tayyip’in saltanatını ilk seçimde halkın oyuyla alaşağı edebilmenin olmazsa olmaz koşulu bu…
Bu aynı zamanda, kendisine "demokrasiden, insan haklarından yanayım" diyen herkesin Selahattin Demirtaş’lara ve Figen Yüksekdağ’lara ihmal edilemez bir vefa borcudur.