Böyle okurunuz varsa, daha ne?

Suya yazmadığınızı gösterir okur size. Tepki verir, destekler ya da kınar, iki satırın bile önemi büyük. İnternet sayesinde artık okur daha hızlı, daha aktif.

Artı Gerçek sitesindeki E-Mail adresime gelen mesajları teknik sorunlar nedeniyle uzunca bir süredir okuyamıyordum. Hafta içinde şifresi geldi, açtım okudum ve gerçekten memnun kaldım.

Çünkü Artı Gerçek okurunun düzeyini, kalitesini, olgunluğunu kanıtlıyordu mailler.

Okur,  patron/yönetici ve gazeteci ile birlikte medya sacayağının önemli bir kolonu. Belki de tayin edicisi. Çünkü aslında gazeteci ne yapıyorsa okur için yapıyor. Tekil olarak okur derken, kamuyu kastediyorum. Okur dalkavukluğu yapacak halim yok, çünkü sözümona popüler medyanın temel ilkesi ve kalitesizliğinin temel gerekçesidir: Okur böyle istiyor.  Oysa ki, okurun her istediğini yapmak değildir onu ciddiye almak. Ama okuru kaale almayan gazete, İnternet sitesi, gazeteci ve yazar da pek hayırlı bir iş yapmış olmaz.

Fransız Libération gazetesi 1972’de ilk çıktığında, okurlar,  özel/genel, belden aşağı/belden yukarı herşeyi yazabiliyordu gazeteye. Gazete kurumsallaşıp reklam filan almaya başlayınca,  sululuk/gevşeklik sayıldı bu tür okur mektupları ve kaldırıldı. Sonra kitap olarak yayınlandı bu mektuplar ki, yazıldığı dönemin çok hoş sosyolojik/ideolojik/kültürel/duygusal portreleri olmuştur.

1785’den bu yana yayınlanan İngiliz Times gazetesinin okur mektupları da gazetenin en çok okunan bölümlerindendir.  Okur mektubu yazmak ve yayınlayabilmek için bir dizi şart koşar gazete. Yılsonu da en parlak mektuplar bir araya getirilip kitap olarak yayınlanır. Yurttaş orada, okur mektubunda,  mahallede patlayan kanalizasyon borusundan şikayet etmez ya da ciklet ambalajındaki mani türünden dizeler yazmaz. Yurttaşın kamu hayatına katılması, siyasete müdahale etmesi için gerekli ve elverişli bir alan okur mektupları. Üstelik şimdi, okur için mektup yazmak, bir klavye ile en az iki parmağa kalmış. Tabi itiraz olacak ya da destek, belki de bir şey ekleme ihtiyacı.

Bana gelen mailler, doğal olarak yazıların eleştirisi. Kimi hemfikir, beğenmiş, kimi karşı duruyor. En çok hoşuma giden hepsinin üslubu son derece düzgün. Hiç küfür, hakaret yok. Bu arada lokanta adresi ya da kitap tavsiyesi isteyenler var, konuyla uyuştuğu için kendi yazılarını gönderenler var. Serzenişte bulunandan sıkı eleştiriye, gırgır geçenden ders verene kadar oldukça geniş bir yazı yelpazesi. Hepsine bin selam, bin teşekkür.

Okur deyince, Baudelaire’in ‘’Okura’’ şiiri geldi aklıma.

Gazete okuru, kitap, edebiyat ya da şiir okurundan farklı. Gazeteci de zaten yazardan, romancıdan, şairden farklı bir kalem erbabı. Gazeteci, okura, Baudelaire kadar haşin davranmaz zaten.

Saydım, geçen haftaya kadar, en çok Nuray Mert hakkında yazmış okurlar. ‘’Bu rejim Faşist mi?’’ yazısı ile TV dizileri ve Ali Sirmen kitabı hakkındaki yazılar da çok mektup almış. Cumhuriyet gazetesi bizim okurlar nezdinde hala önemli bir gazete. Kemalizm de hala bir tartışma konusu(!).

Semih Kaplanoğlu yazısı ise yayına girdiği andan itibaren sosyal medyanın tüm mecralarında yaklaşık olarak 4 gün boyunca sayısız yankı tepki aldı. Törenin videosunu gönderenler (Herhalde izlemiştim yazmadan önce), küçük ayrıntıları hatırlatanlar ve yazının içeriğini onaylayanlar çoğunlukta. İtirazını efendice belirtenlerin büyük bir kısmı iş bölümü kuralları, resmiyet, ciddiyet meselesine fazla takılmış bence: ‘’Meltem Cumbul orada görevli, sunuculuk yapması gerekirdi, kişisel tercihlerini sahnede sergilemesi doğru olmadı’’ diyor mesela. Bu görüşü savunanlar arasında muhalifler de var. 

Açıkçası, üşenmeyip mail yazan, ayrıntıya düşkün, Türkçesi ve üslubu düzgün insanlar tarafından okunmak, gazeteciye hem gurur veriyor, hem de ek bir sorumluluk yüklüyor.   

Bu arada uzun zamandır görüşemediğim eş-dostla da, buradaki yazılar vesilesi ile yeniden temasa geçmek ayrıca sevindirici.

Sosyal medya bence siyasi, fikri tartışma mecrası değil. Bu nedenle de her okura tek tek yanıt veremiyorum.

Eskiden, İnternet öncesi günlerde, gazetede yazarken, meraklı okur ya da tanıdık, ancak karşılaştığımızda yazıdan söz eder, en fazla telefon edip beğendiğini ya da beğenmediğini söylerdi. Eline kalem kağıt alıp mektup yazan cefakar ve fedakar okurlar da vardı. Yazdığınıza tepki en erken 1-2 gün içinde gelirdi. Şimdi, her şey anlık ya, yazı sitede yayınlanır yayınlanmaz, sosyal medyanın çeşitli mecralarında alıntılarla, bağlantılarla, sevimli ya da sevimsiz sıfatlarla hızlıca seyahate çıkıyor. Yanlış bir şey yapmışsan cevap anında geliyor.  

Şimdi burada, biri tanıdık iki okura özel olarak teşekkür borçluyum: Erden Akbulut ve Levent Kavas. Erden, benim Mektep’ten bir dönem büyüğüm. Daha da önemlisi, Türkiye Komünist/Sosyalist Tarihini kayda geçiren bir araştırmacı. Bu alanda önemli yayınları var. TÜSTAV/Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfının yöneticisi.

 Levent Kavas bir akademisyen, felsefeci. Ayrıca önemli bir çevirmen.

‘’Cehl-i Mürekkeb’’ başlığı altında Türkiye’deki ‘’üniversiter sefaleti’’ anlatmaya çalıştığım yazıda, doğru bildiğim bir yanlışı, bu iki okur şak diye yakalamış: Üniversite sözcüğünün kökeni/etimolojik anlamı. Sağolsunlar, Erden, Le Grand Robert’in 2016 baskısından maddeyi olduğu gibi yazıp göndermiş, Kavas da uzun uzun açıklamış.

Ben, herhalde mekanik ve basit olduğu için,  aklımda öyle kalmış, üniversite sözcüğünün latince (Bilirmişim gibi!) ve fransızcada ‘’univers’’ ve ‘’cité’’  sözcüklerinden oluştuğunu sanıyordum. Oysa ki alakası yok! Üniversite, topluluk, Papalığın denetim ve koordinasyonunda tüm eğitim kurumlarının birlikteliği, yüksek öğrenim kurumlarının bulunduğu binalar ya da semtler anlamına geliyormuş.

Ciddi okur, yazdığınızı beğenir ya da kınar, bunu belirli nezaket kuralları içinde yapar, ama bulduğu gördüğü yanlışı düzeltmesi ayrı bir sorumluluk. Hem kendisi hem de yanlış yapan açısından. 

Tekrar teşekkürler. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi