Büyümeyi neden hissetmiyoruz, neden enflasyonun altında eziliyoruz?

Halkın yaratılan ekonomik değerden aldığı pay %37’den %33’e geriledi. Aynı dönemde sermaye sahiplerinin aldığı pay ise %45’ten %50’ye çıktı.

Türkiye ekonomisi adına veri yoğun bir hafta geride kaldı. 2021 ikinci çeyrek büyüme ve ağustos ayı enflasyonu kadar tartışmalı olanların yanında, Ağustos İmalat Sanayi PMI gibi büyümenin gidişatı yönünde öncü gösterge niteliğinde olan da vardı.

İkinci çeyrek büyüme %21,7 ile Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından en önemli gurur kaynağı oldu.  Tam da kendisinden beklendiği gibi bu durumu Türkiye ekonomisinin şahlanışına ve pandemiyi atlatışına bağladı. 

Ancak azıcık işin matematiği bilenler için  %21,7 sürpriz değil.  Geçen sene Nisan ayında pandemi Türkiye’yi tam olarak vurduğunda alınan karantina önlemleri ekonomiyi %10,4 daraltmıştı.

Bunun üzerine gelen yıllık veri de %20’ler civarında olacaktı.

İşin doğru bakış açısı, çeyrekten çeyreğe değişimin ne olduğuna bakmak.

 Orada da ortaya çıkan gerçek, pek de öyle Erdoğan’ın dillendirmek isteyeceği türden değil.

2020 yılının son üç ayına göre 2021 ilk üç ayda %2,2 büyüyen Türkiye ekonomisi 2021 ikinci çeyrekte yılın ilk üç ayına göre sadece %0,9 büyüme elde edebilmiş.

Büyüme neredeyse yarı yarıya gücünü kaybetmiş.

Büyüme rakamlarının detayları ile ilgili çokça yazıldı çizildi, burada tekrara gerek yok.

 Ancak asıl dikkat çekici olanı vurgulamakta fayda var.

O da neden bu büyümeyi hissetmediğimiz.

 "Yoksullaştıran büyüme" kavramı da son dönemde ekonomistlerin zihnini meşgul etmekte.

Bu açıdan hem 2021 GSMH rakamlarını hem de açıklanan Ağustos enflasyonunu beraber ele almak gerekli.

Erdoğan yönetimindeki AKP hükümeti 2020 yaz başında çok net bir tercih yaptı büyüme yolunda.

 GSMH’nin %20’sine varan kamu desteklerinin sadece %2’ye yakın kısmı doğrudan halkın cebine aktarılırken, kalan kısım vergi indirimleri, sorunlu kredi ötelemeleri gibi yöntemlerle reel sektörün cebine yöneltildi. 

Türk halkının borç alarak harcaması ve tabi borç seviyelerini artırması gerçekleşirken, reel sektörün de hem iç hem de dış talebi karşılayacak şekilde üretime devam etmesi sağlandı.

Geçen yıl bahar aylarından başlayarak şekillenen bu tercihin para ve maliye politikası araçlarının kullanma şekli sonucunda hem vatandaş hem yabancı yatırımcı Türk Lirası’ndan uzaklaştı.

 Bu kaçış ekonomi politikasında sağlam bir omurgası çoktan kalmayan Türkiye açısından, TL’nin hızlı değer kaybı ve yükselen enflasyonla sonuçlandı.

Bugün TÜİK verilerine göre manşet enflasyon %19,25 iken, gıda fiyatları enflasyonu %29.  Bu ikinci rakam, 2018 Ağustos ayından bu yana giderek yoksullaşan geniş halk kesimlerinin harcama ağırlığı gıda olduğu düşünüldüğünde bu kesimlerin hissettiği gerçek enflasyon.

TÜİK verilerindeki tartışmalar bir yana, akademisyenlerden oluşan ENAGrup’un enflasyon hesabında sadece yılın ilk sekiz ayındaki enflasyon seviyesi %30 ki bu yıla vurulduğunda  %50’ye yaklaşan bir TÜFE enflasyonu ile karşılaşıyoruz.

Tekrar büyüme verisine dönersek, ikinci çeyrekte elde edilen büyümenin temel kaynağı ihracat artışı.  AKP ekonomi yönetimi TL’nin değer kaybettirilerek rekabetçi kur haline döndürülmesi tercihin sonucu bu. 

Bunun olumlu tarafı, Türkiye’de üretilen malları ucuzlatarak dış dünyada satışın artması.  Aynı tercihin olumsuz tarafı da zayıf TL’nin getirdiği maliyet baskıları ile yükselen enflasyon oluyor.

Burada işin belki de trajikomik tarafı, merkez bankasına sattırılacak daha fazla döviz rezervi kalmayıp TL serbest düşüşe geçtikten sonra; dönemin Ekonomi Bakanı Albayrak’ın, bir anda rekabetçi kur ihracata yarayacak söylemine sarılması.

Halbuki işin gerçeği TL’nin ucuz değeri değil. Pandemi yasakları bitince özellikle Avrupa piyasalarında patlayan talebin, Türkiye’nin ana ihracat pazarında daha çok satışa neden olduğu. 

Pandemi etkisi geçtiğinde TL’nin değer kaybetmesine rağmen ihracat üzerinde aynı güçlü etkiyi yaratmadığına şahit olacağız. Çünkü Türk ürünleri teknoloji rekabet sıkalasında, rekabetçilik açısından zayıf durumda.  Diğer yandan küresel ölçekte devam eden pandemi, Çin’de limanların kapanmasına ve tedarik zincirinde var olan sorunların derinleşmesine neden oldukça, Türkiye’nin, AB’ye olan ihracatının soğuduğunu da göreceğiz.

Halkın emekçi, maaşla çalışan kısımları %30-40 civarı bir enflasyonla mücadele ederken, yaratılan ekonomik değerden aldığı pay da %37’den %33’e geriledi. Aynı dönemde sermaye sahiplerinin aldığı pay ise %45’ten %50’ye çıktı.

Asgari ücret mahkûmu geniş halk kesimleri açısından işte özetle bu "yoksullaştıran büyüme".  Sonuçları da, hem yüksek gıda gıda fiyatları enflasyonu hem de büyümenin yarattığı değerden alınan payının gerilemesi.  

Önümüz seçim; muhtemelen 2022 sonbahar başlangıcında

Tüm seçim anketlerinin gösterdiği AKP oylarında sürekli hale gelen bir erime olduğu.

 Bunun nedenini özellikle 2020-21 döneminin büyüme ve enflasyon dinamiklerinde yukarıdaki hikâyeden yakalamak mümkün.

 AKP’den kopanlarla protesto oyların toplamı %20’ler civarında ve henüz bir adrese yerleşmiş görünmüyor.

Dolayısıyla Cumhur İttifakı’nın kafasında kırk tilki var. Seçim sisteminde değişiklik yaparak halkın artan memnuniyetsizliğine rağmen şark kurnazlığı ile iktidarda kalmaya çalışıyor.

Özal döneminden süregelen seçim sistemi manipülasyonları ise tarihin gösterdiği üzere bir süre daha hastanın yaşam ünitesine bağlı hayata devam etmesinden öteye fayda sağlamıyor. Çünkü ekonomi raydan çıkıp da halk fakirleştiğinde demokrasilerde tam da olması gerektiği gibi halk iktidarın gözünün yaşına bakmıyor.               

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

--

Önceki ve Sonraki Yazılar
Güldem Atabay Arşivi