Doğan Özgüden
Çifte standartlar diyarı Avrupa…
Geçen haftaki yazımı noktaladığım saatlerde tüm Avrupa büyük bir merak ve heyecanla Katalonya'da yapılan bölgesel seçimlerin sonucunu beklemekteydi. Tabii ki İspanya dışında heyecanın en büyüğü Brüksel'de yaşanıyordu.
Tarihte benzerine ender rastlanır ya da hiç rastlanmaz bir seçimdi bu… Nabızlar sadece Barcelona'da değil aynı zamanda Brüksel'de de atmaktaydı. Madrid'teki frankist hükümetin guardia civil zoruyla darbe yaparak iktidardan düşürdüğü, o da yetmezmiş gibi liderlerinin bir kısmını zındana attırıp Belçika'ya sürgüne gidenleri hakkında da uluslararası tevkif müzekkeresi çıkarttığı Katalonya bağımsızlık hareketi bu abrakdabra seçimlerde doğrudan Katalan halkının çoğunluk oyuyla çökertilmek isteniyordu.
Bu sadece Kral'ı da arkasına alarak darbeyi tezgahlayan sağcı başbakan Rajoy'un değil aynı zamanda Barcelona darbesi ve onu izleyen tutuklamalar karşısında suspus olan Avrupa Birliği'nin de beklentisiydi.
Avrupa medyası da güdümlü röportajlar ve kamuoyu yoklamalarıyla seçimden bağımsızlıkçıların büyük bir yenilgiyle çıkacağını yazarak şeamet tellallığı yapmaktaydı.
7 Kasım'da Katalonya'nın 200'den fazla belediye başkanının Brüksel'e baskın yaparak AB kurumları önünde yerel hükümet üyelerinin hapsedilmesini protesto etmeleri ve Katalonya yönetiminin sürgündeki başkanı Carles Puigdemont'a destek vermeleri önemli bir uyarıydı. Ama kimse kılını kıpırdatmadı.
O da yetmedi, bir ay sonra, 7 Aralık günü 50 binden fazla Katalan uçaklarla, otobüslerle, taksilerle, özel arabalarla Avrupa başkentini basarak kent yaşamını tüm gün boyu felce uğrattı, yer yerinden oynadı, ama AB'den yine tıs yoktu.
El mi yaman, bey mi yaman? 21 Aralık oylamasında Katalan halkı sadece Madrit'teki frankistlere ve Brüksel'deki şatolarından o frankistleri destekleyen eurokratlara gereken dersi vermekle kalmadı, seçim kampanyası sırasındaki tarafgir ve tahrifçi yayın ve yorumlar yapan Avrupa medyasının yazmış olduklarını suratlarına çarptı.
Evet, seçim sonuçlarına göre Carles Puigdemont'un Katalan Avrupa Demokratik Partisi (PDeCAT) ile Katalonya Demokratik Uyuşma'nın (CDC) oluşturduğu "Katalonya İçin Birlikte" (Junts per Catalunya) koalisyonu ve Halk Birliği Partisi (CUP) 135 üyeli Katalonya parlamentosunda 70 sandalye ile mutlak çoğunluğu sağladı.
Bağımsızlıkçılara karşı olan Vatandaşlar (C's), Katalonya Sosyalist Partisi (PSC) ve Rajoy'un Katalonya Halk Partisi (PPC) toplam 57 sandalye elde edebildi.
Daha önce iki kez Brüksel'i mücadele alanı haline getirmiş olan Katalanlar seçim gecesi sonuçları öğrendikten sonra haklı olarak başarılarını Avrupa başkentinde büyük coşkuyla kutladılar.
Carles Puigdemont "Katalonya başkanı" olarak vatandaşları tebrik ettikten sonra "Seçimleri Katalan Cumhuriyeti kazandı; İspanya devleti, Rajoy, müttefikleri kaybetti. Bizler, meşru hükümetiz. Hapisteki siyasetçiler derhal serbest bırakılmalı. Katalan siyasetçiler parlamentoya geri dönebilmeli. Şiddet, korku, hapis, sürgün ve tehdide rağmen biz kazandık. Rajoy, İspanya devleti ve Avrupa bunu fark etmeli," dedi.
Farkedecekler mi? Katalan halkının iradesine saygı gösterecekler mi, Puigdemont'un sürgünden hapsedilme tehlikesi olmadan ülkesine dönmesi, Madrit'te hapsedilen Katalan yöneticilerin tahliyesi ve 21 Ocak'ta parlamentonun ilk toplantısına özgürce katılarak yeniden ülkelerinin yönetimini üstlenmeleri mümkün olacak mı?
Bu sadece Madrid'teki Rajoy ile arkasındaki Kral'ın tutumuna değil, daha da çok Avrupa Birliği'nin Katalan halkının iradesine ne denli saygı göstereceğine bağlı.
[Kudüs eyleminin başını çeken Mehmet Gargılı (ortadaki) mahkemede eli kınalı rabia işaretiyle ve Brüksel'i ziyareti sırasında Tayyip Erdoğan'la...]
Katalonya krizinin başladığı günden itibaren Avrupa kurumlarının hepsi bağımsızlıkçıların başarısıyla sonuçlanan referandumu geçersiz ilan etmişler, İspanyol merkezi yönetimine sürekli arka çıkmışlar, guardia civil terörüne, Katalan liderlerinin tutuklanmasına ve Brüksel'e sürgün gelen Puigdemont ve arkadaşları hakkında uluslararası tevkif müzekkeresi çıkartılmasına hiçbir itiraz ya da kınamada bulunmamışlardı.
Seçimden hemen sonra da basına açıklama yapan Avrupa Komisyonu sözcüsü Alexandre Winterstein ilk saygısızlığı yapmakta gecikmedi: "Bizim Katalonya sorunu konusundaki tutumumuz bellidir ve birliğin tüm kademelerinde de sık sık teyid edilmiştir. Bu tutumuz değişmeyecektir!"
Avrupa Birliği'nin Katalonya'da insan haklarının açıkça çiğnenmesine göz yuman tutumu böyleyken birliğin merkezindeki Belçika Devleti'nin Katalan bağımsızlıkçılarına karşı tavrı "tasvipkar" olmamakla birlikte "anlayışlı" ve "hoşgörülü" olageldi.
Guardia civil darbesinden sonra Brüksel'e gelen Puigdemont'un, hakkındaki uluslarasrası tevkif müzekkeresine rağmen, dilediğince hareket etmesine, hatta 21 Aralık seçimleri için bağımsızlıkçıların kampanyasını buradan yönetmesine bir anlamda göz yumuldu.
Hele 200'den fazla Katalan belediye başkanının, ardından da 50 bin'i aşkın Katalan'ın Brüksel'i basarak Avrupa kurumları önünde bayraklarıyla, flamalarıyla, marşlarıyla protesto gösterilerinde bulunmalarına hiçbir engel çıkartılmadı. O denli ki, Puigdemont bile Belçika polisinin gösteriler sırasındaki hoşgörülü tavrına teşekkür etti.
Bu hoşgörünün ana nedeni tabii ki Belçika federal hükümetinin Flaman ağırlıklı olması, yıllardır Belçika Devleti'nin konfederal bir yapıya dönüştürülmesini ve Flaman bölgesinin bağımsızlığa yakın bir statüye kavuşturulmasını isteyen milliyetçi N-VA'nın federal hükümette birçok kilit bakanlığı elinde tutuyor olması…
N-VA'nın liderleri Avrupa Birliği içinde "bağımsızlık" ya da "genişletilmiş özerklik" mücadelesi veren halklarla, örneğin Bask'lar ve Katalan'larla sürekli dayanışma içinde… Örneğin bağımsızlıkçıların zaferiyle sonuçlanan son referandum öncesi Barcelona'daki kampanyaya N-VA seçilmişleri Flaman bayraklarıyla katılarak destek vermekte tereddüt etmemişlerdi.
Katalanların son iki aydır Brüksel'de yaptıkları tüm toplantı, miting ve yürüyüşlere de katılmakla kalmadılar, 21 Aralık seçim gecesi bağımsızlıkçıların zaferini birlikte kutladılar.
Tabii ki madalyonun bir de tersi var.
Katalanlar konusunda bu dayanışmayı gösteren Flaman siyasetçilerinin Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinden gelen ilticacılara aynı anlayışı gösterdiğini söylemek mümkün değil.
Son birkaç gündür bu ülkeye sığınmış Sudan'lı mültecilerin bir kısmının Sudan rejimiyle anlaşma yapılarak uçakla geri gönderildiği ve orada kendilerine işkence yapıldığı iddiası üzerine Brüksel'de kıyamet kopuyor.
Binbir tehlikeyi göze alarak ve insan kaçakçılarına paralar yedirerek Belçika'ya kadar gelebilen Sudanlı mültecilerin önemli bir kısmı bir an önce İngiltere'ye geçmeyi amaçladığından Belçika'da iltica talep etmeksizin, kendilerine İngiltere'ye atacak bir olanak doğuncaya kadar kaçak yaşamayı tercih etmekte.
Belçika İltica ve Göç Bakanı N-VA'lı Theo Francken eylül ayında iltica isteminde bulunmayan Sudanlıların kimliklerini belirlemek için Sudan devleti ile birlikte çalışarak bir "Kimlik Belirleme Misyonu" başlatmıştı.
İnsan hakları ihlalleri, soykırım ve insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı hakkında uluslararası tevkif müzekkeresi bulunan islamcı diktatör Ömer El Beşir'in başını çektiği bir yabancı hükümetle böylesi anlaşma yapılmış olması esasen büyük tepkilere yolaçmıştı.
Sudan ajanlarıyla işbirliği yapılıp kimlikleri belirlendikten sonra ülkelerine geri gönderilen mültecilerin orada işkenceye tabi tutuldukları haberleri gelmeye başlayınca Francken'e eleştiriler şiddetlendi, hatta kendisinin bu görevden uzaklaştırılması için liberal başbakan Charles Michel üzerinde baskılar yoğunlaştı.
Eleştiriler son derece yerinde ve haklı… Herşeyden önce uluslararası kamuoyunda takbih ve mahkum edilmiş islamo-faşist bir rejimle devlet düzeyinde anlaşma yapılıp mülteci adaylarının o devletin işkencecilerine teslim edilmiş olmasına karşı çıkmak her demokratın, insan hakları savunucusunun görevi.
Ama karşı çıkanların protestosu niçin sadece Sudanlı ilticacılarla sınırlı?
Belçika'da bu konuda kıyamet koparken Türkiye'nin islamo-faşist cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın 24 Aralık günü Ömer El Beşir'in misafiri olarak Sudan'a gitmesine, büyük törenlerle ağırlandıktan sonra bir dizi anlaşmalar imzalamasına, üstelik Afrika ülkelerinde bulunan Türkiyeli muhaliflerin kökünün kazınacağını açıklamasına karşı ne Avrupa ve Belçika yönetimlerinden, ne de Avrupa medyasından pek karşı ses çıkmadı.
Belçika Devleti'nin siyasal mülteciler konusunda sık tekrarlanan "çifte standard" uygulamasına en son örnek, dokuz yıldır Flaman bölgesindeki Eeklo kentinde yaşayan üç çocuklu bir Ermeni ailesinin Noel'e üç gün kala sınırdışı edilmek üzere tutuklanıp bir mülteci kampına hapsedilmeleri.
Ailenin 11 yaşındaki kızı Kristina ilkokulun 6. Sınıfında ve mükemmel Flamanca konuşmakta… O da son anda bir bozma kararı çıkmazsa ailesiyle birlikte sınırdışı edilecek.
Bir başka skandal, yıllardır Belçika'da siyasal mülteci olarak bulunan Erdal Gökoğlu'nun Almanya'nın istemi üzerine 13 Kasım'da tutuklandıktan sonra mahkeme kararıyla 21 Aralık'ta bu ülkeye doğru sınırdışı edilmesi…
Gökoğlu Liège'deki Lantin hapishanesinde bir aydan fazla tecride tabi tutulmuş, yakınlarıyla temasına izin verilmemiş, bu nedenle de açlık grevine başlamıştı.
Kendisi zaten Türkiye'de diğer siyasal tutuklularla birlikte yaptığı açlık grevi nedeniyle Wernicke-Korsakoff hastalığından acı çekmekteydi.
Gökoğlu 2016 Ocak ayında Polonya'da bulunduğu sırada Türk Hükümeti'nin isteği üzerine tutuklanmış, ancak Polonya mahkemesi tarafından bu talep reddedilerek siyasal mülteci olduğu Belçika'ya dönmesine izin verilmişti.
Bu kez Alman Devleti'nin istemi üzerine Belçika Devleti'nin kendi himayesinde bulunan bir siyasal mülteciyi sınırdışı etmesi, Gökoğlu'nun oradan da Türkiye'ye iade edilmesi riskini birlikte getiriyor.
[Belçika Osmanlıları'nın Kudüs eylemi]
Türkiye'deki islamo-faşist rejimin muhalifleri böyle işlemlere tabi tutulurken Tayyip'in Belçika vatandaşı fedaileri faaliyetlerini sadece Belçika toprağında değil, diğer Avrupa ülkelerinde ve de Ortadoğu'da hiçbir engelle karşılaşmadan sürdürebilmekte.
En son örneği, Tayyip'in Belçika ziyaretlerinde her daim yanıbaşında yer alan Mehmet Gargılı adlı kişinin başını çektiği bir grubun üstlerinde Türk bayrağından mintanları, kafalarında fesleri, ellerinde Tayyip fotoğraflarıyla Kudüs'te olay çıkartmaları, sevkedildikleri mahkemede de kınalı elleriyle Müslüman Kardeşler'in "rabia" işaretini yaparak siyasal gösterilerine devam etmeleri.
Grubun başını çeken kişi son anayasa referandumu sırasında Brüksel'deki Türk Konsolosluğu'nu basarak orada seçmen kayıtlarını incelemekte olan Kürt muhaliflere bıçakla saldıranların önde geleni…
İsrail'de serbest bırakıldıktan sonra geçtiği Türkiye'de belki de Tayyip'çi Kudüs cihadının kahramanlarından biri olarak taltif edilecek bu kişi vatandaşı olduğu Belçika'ya döndükten sonra da Avrupa Osmanlı Ocakları adına muhalifleri terörize etme faaliyetlerine yine kılına dokunulmadan devam edebilecek mi?
Garo Paylan'ın açıkladığı yurt dışındaki muhalifleri yoketme operasyonlarında yer alacak mı? Buna da göz yumulacak mı?
Yumulmaması gerek ama Avrupa çifte standartlar diyarıdır, hiç belli olmaz…