ayşe düzkan
coğrafya ne, kader nedir
tarihçi ve düşünür ibni haldun, 14. yüzyılda yaşadı. tunus’ta doğdu, ömrünün çoğunu kuzey afrika’da geçirdi, mısır’da öldüğünde 74 yaşındaydı. dedesi vezirdi, babası din bilgisine ve edebiyata meraklıydı. bütün bunlar iyi bir eğitim almasını sağladı ama bir yandan da bir devlet adamı olmasının yolunu açtı. kabul edersiniz ki, bunun bir tarihçi ve düşünür için çok muteber sonuçları olmaz ve nitekim hem sağlığında hem de ölümünden sonra faydacılık, güçlüden yana olmak gibi pek çok konuda eleştirildi. ama tarih konusunda çok çığır açıcı yaklaşımları olduğu da teslim edildi. bunların arasında, çok anılan, çok yanlış kullanılan dahiyane bir tespit var: coğrafya kaderdir.
gerçekten de, özellikle onun yaşadığı ve yazdığı, iletişim ve seyahat imkânlarının kısıtlı olduğu çağda, örneğin afrika’nın ortasında bir köyde dünyaya geldiyseniz, balıkçılıkla geçinmek kaderinizde olamaz. ya da, türkiyelilerin "huzur" denince akıllarına gelen norveç’te mesela, bir sehere hasret kalabilirsiniz. britanya’da güneş ışığına… yaşadığınız coğrafya, birçok deneyiminizi belirler.
bu açılardan türkiyeliler olarak son derece şanslıyız, gerçekten bereketli topraklar üzerinde yaşıyoruz. bölgenin üç önemli denizine kıyımız var. mevsimlerimiz hâlâ değişken yani sürekli yaz, sürekli kış yaşamıyoruz. kaderimize bu coğrafya düştüğü için ne kadar müteşekkir olsak yeridir, değil mi?
öyleyse, neden coğrafyanın kader olduğunu sadece şikâyetlerimizde anıyoruz?
bu topraklar, barış içinde, eşitlik, özgürlük ve adalet hedeflenerek yönetilse her birimiz bambaşka yaşarız. onu bırakın, 20-25 yıl önce bu topraklarda aç mezarının olmamasıyla övünülürdü. bugün olup bitenle coğrafyanın ne ilgisi var?
hakkari valisi yanılıyor; vedat ekinci’nin daha 14 yaşında, helikopterden açılan bir ateşle hayatını kaybetmesi yaşadığı coğrafyadan değil, buranın yönetim biçiminden kaynaklanıyor.
vedat ekinci, bir çığ altında kalsaydı ya da bir sel felaketinde hayatını kaybetseydi dahi bunun coğrafyanın kaderi olmadığını biliyoruz. çünkü bazı insanları çığ riski olan yerlerde yaşamak zorunda bırakan toplumsal yapıdır, sel felaketlerinin en önemli sebebiyse kâr etmek için tabiata zarar verilmesi.
kaldı ki, vedat ekinci’nin 14 yaşında öğrencilik yapacağı yerde, her ne işte olursa olsun çalışmak zorunda olması da toplumsal yapıdan kaynaklanıyor. kaçakçılık diye bir iş olması da siyasal yapıdan, tabii ki.
kamil koç’un alev alan otobüsünde, yanarak hayatlarını kaybedenler, kim bilir ne acılar çektikten sonra yaralı kurtulanlar, yara beresiz kurtulup belki de ömür boyu bir travmayla yaşayacak olanlar da coğrafyanın kaderinin kurbanı değil. erkek şiddetinin aramızdan aldıkları da. savaşın yerlerinden yurtlarından ettiği insanlar da. onların gittikleri yerde gördükleri muamele de kaçınılmaz değil. işsiz olmanızın sebebi türkiye’de yaşamak değil, türkiye’nin ekonomisinin nasıl yönetildiği. yoksulluğun, cahilliğin, bağnazlığın, şiddetin sebebi de…
bu gerçeği karartmak isteyenlerin kimler olduğu ve neden bunu istedikleri belli ama biz onlardan olmayanların üstüne düşen şeyler de var, değil mi? ülkenin durumundan, yönetiminden, toplumun halinden rahatsız olabiliriz, tarihimizden utanabiliriz ama bütün bunları dillendirmenin yolu ülkeden değil düzenden şikâyet etmek, değil mi?
iletişim olanaklarının muazzam noktaya ulaştığı, dünyanın bir ucundan diğerine gitmenin hayal olmadığı günümüzde bile coğrafya kaderdir ama siyaset de, toplumsal olan da, tarihin akışı da bal gibi değişir!
şu zamanların durağanlığı buna dair bir ümit vermiyor evet ama ümit insanın içine doğmaz, ihtimal önüne çıkmaz. ikisi de yaratılır. bunun için ibni haldun’un yaptığını yapmamak, güçlüden zihnen kopmak ilk adım, bence. o yüzden bir an önce sızlanmayı keselim, şunların diline malzeme vermeyelim ve yola devam edelim, olur mu.