Şahap Eraslan
Cumhuriyet: Hasta Adam'ın sağlık raporu
Herkesin malumu, cumhuriyetin 100. yılı öyle ya da böyle memlekette kutlandı. Bu kutlamalar ayrıca toplumdaki parçalanmayı bir kez daha bize gösterdi. Ortak sevinci olmayan, ortak acılar yaşamayan ve bu anlamda ortak bir kültürü olmayan ama aynı coğrafyada yaşamak zorunda olan insanlara toplum demek dahi zorlaştı.
Fotoğraflardan, videolardan ve orada bulunan insanların tepkilerinde sevinç kutlamasından çok direnme, kendini moral olarak üstte konumlandırma, düşmana inat bir sahneleme yaşandı. Bu anlamda bildik tanıdık bir kutlama değildi. Danslar, oyunlar, sarım gürüm olmalardan çok askeri bir söylemle, marşlarla biraz da savaşçı bir sahnelemeydi. Sıradan bir sevinç kutlaması değil.
Son yıllarda yaşanan toplumdaki parçalanma ortak sevinçlere ve üzüntülere engel hale geldi. Aslında cumhuriyetin doğum kusurları ve devletin daha sonra bu kusurları giderememesi toplumun parçalanarak dağılma (Fragmentierung) konumuna getirdi. Karmaşık travmalar yaşamış, askerlerin savaşlar sonunda kurduğu, yani çeşitli travmaları yaşamış ve yaşatmış, her türlü korkunçluğu yaşamış, tanığı olmuş insanların kurduğu bir devlet konu olan.
Daha sonra bu korkunçlukla araya mesafe konulamaması, kuruluşa tekabül eden askeri tutumun sürdürülmesi, sivilleşememe, giderek artan askeri tutum ve söylemin sürdürülmesini hâlâ sorun olarak görmeyen bir toplum. Çocuklarına sünnet törenlerinde subay elbisesi giydiren, çocuklarını paşam diye sevenlerin yaşadığı bir ülkede sivilleşmenin zorluğunu anlatmaya çalışıyorum. Çocuklar birçok ülkede üniformalı olmaya özenirler. Polis, asker, pilot kıyafetlerini düşünelim. Üniforma taşıyanı özel bir konuma, diğer insanlardan ayırmaya yarar. Bir dönem sonra çocuklar kişiliklerine paralel kendi stillerini de yaratırlar. Oysa buralarda bu türden şeyler olmuyor. Kocaman insanlar hâlâ üniformaya özenen, askeri olanı yüceltenler olarak pozisyon alıyorlar. Kutlamanın ‘karşı tarafa inat’a dönüşmesi, kutlama sevincinin sahnelenerek teşhir edilmesi kutlamayı anormalleştiriyor. Sembolik bir düşmanlaşma da var bu sevinçte.
Son yıllarda daha da belirginleşen bu devletin ve iktidarların çok başarılı oldukları meseleler de yok değil. Mesela bu ülkede birçok insan gözlerinin önlerindeki zulmü görmeyip uzaklardaki zulümlere çok daha fazla duyarlı olabiliyorlar. İktidar insanları önce köreltiyor ve bu bakar körlüğün oluşturduğu duyguları istediği yöne kanalize edebiliyor. Mesela iş kazalarında ölen çocukları çocuktan saymayanların, Berkin Elvan’ı yuhalayanların, kadına şiddeti görmezden gelenlerin, kadın cinayeti haberlerini okumayan ama ‘kız çocuklarıyla kaç yaşında evlenirim’i tartışanların Filistin’deki, yani uzaklardaki kadınlara ve çocuklara üzülmeleri bu konuda bize epey fikir veriyor. Filistinlilere gösterilen çok haklı ve insani bu duygunun kendi mahallelerindekilere gösterilmemesi de bir fikir veriyor. Uzaktaki çocuklara üzülmenin, İsrail’i protesto etmenin hiçbir sakıncası yok. Tehlikeli değil. Duygularınızı ve öfkelerinizi devlete, düzene senkronize etmek hem duyarlı insan olma hem de devletle takışmama anlamına da geliyor.
Oysa Amerika’daki ırkçılığı protesto etmek çok havalı... İnsan kendi ırkçılığını da uzaklardaki ırkçılığı protesto ederek kamufle edebiliyor. Devlet, düzen ne zaman kime nasıl duygulanacağımıza karar veriyor. Faşizmde Führer’in en önemli özelliği insanların nerede nasıl ve ne şekilde duygulanacağını belirleme gücü edinebilmesidir. İnsan duygulanmadan yapamaz. Milyonlarca insanın katledildiği toplama kamplarındaki subay Yahudi çocukların derilerinden yapılan gece lambasını çocuğuna doğum günü hediyesi olarak verebilmişti. Aslında onlarca çocuğu katleden acımasız zalim adam, başka bir durumda duygulu ve şefkatli baba olabiliyor. Yani duygularınızı ya da duygusuzluğunuzu nerede ve nasıl yaşamanız gerektiğine otorite karar verebiliyor.
Duygular insani ilişkilerde oluşuyor. Otorite bu ilişkide kendine itaat edenlerin iç dünyasını istila ve işgal etmeyi başarıyor. Otorite kiminle nasıl ilişkilenme(me)niz gerektiğine karar veriyor. Duyguların kanalize edilmesi ve böylece kontrol edilebilmesi bu garip durumu yaratabiliyor. Hangi savaşta hangi çocuğa üzüleceğinize dahi otorite karar veriyor artık, ne zaman nasıl duygulanılacağına da... İsraillilere mi kızgınsınız, devlet size miting düzenliyor ve bu öfkenizi dışarı atma şansı veriyor ve reis de öfkedaşınız oluyor. Burada içeride olan dışarıdan belirlenir hale geliyor. Bunun bir başka anlamı da iç ve dış’ın arasındaki sınırın ortadan kalkması. İçimizin bu şekilde dışarıdan istila edilmesi. Dışarının içimiz olması, içimize ait olmayanın içimizde konumlanması demek. Kendinize aitmiş gibi görünen, kendi içinizde hissettiğiniz ve hakiki olarak yaşadığınız duyguların size ait olmaması faciası yani. İçimizde bu facia olduğunda dışımızdaki facialar duygulanmamamızı engelliyor da. Acı çekme ve yas tutma yeteneğini yitiriyor, duygular kişisel olmaktan, ilişkilenmekten çıkarılıyor ve bunu yitirenler kendilerinden ve insanlıklarından da uzaklaşıyorlar. Bunu bilen otorite, insanlara insan oldukları duygusu verebilmeye yarayacak acıklı (bu hikâyeler gerçekten çok acıdır da) hikâyeleri var. Berkin Elvan’ı yuhalayanlarla Filistinli çocuklara ağlayanlar aynı insanlar... Duygulanılması gereken veya gerekmeyen hikâyeler kesin kurallarla belirleniyor.
KURUCU ÖNDER
Bu yazıdaki temel tezim şu: Cumhuriyeti karmaşık travma geçirmiş bir kuşak kurdu. Yani yaşadıkları mekânda savaşlara/çatışmalara tanık olmuş, hatta bu çatışmalara karışmış (travmatik bir durum) sonra da Osmanlı’nın toprak kayıplarından ötürü o toprakları, yani vatanlarını terk etmek zorunda kalmış (sürgünlük, zorunlu göç, başka bir travma) ve Anadolu’ya yerleşmişler. Deprem, sel nedeniyle ülkesini terk edenler ya da yoksulluk, savaş nedeniyle yurdunu bırakanlar gittikleri, yerleşmeye çalıştıkları ülkede aynı/benzer sorunları yaşamak istemezler. Yani göçmen göçle sorunlarını arkada bırakmayı arzularlar. Umut bunun üzerine kurulur. Anadolu’da her şeye yeniden başlamak, yoksulluk ve varoluş mücadelesi, vatanlarında geride bıraktıkları kayıplar ve varoluş mücadelesinden ötürü bu kayıpların yasını tutamama hali, travmatik yeni bir süreç...
Kurtuluş Savaşı=varoluş/varlığı sürdürme savaşı da başka bir travmatik deneyim. Kaçıp kurtulmaya çalıştıkları travmatik sorunların benzerlerinin içinde bulurlar kendilerini. Bu insanların kurduğu bir ülke, devlet ve cumhuriyet üzerine konuşuyor, tartışıyoruz. Kurtuluş ve kuruluşun yarattığı pozitif umutlu ortam ve hayatta kalma, yoksullukla mücadele dış dünyada yükselen faşizm (İspanya, Portekiz, daha sonra Almanya, İtalya). Bu durum yaşanan travmalarla yüzleşmek, yaraları sarmaya fırsat vermiyor ya da bu travmatik acı durumlarla yüzleşmekten kaçınmaya neden oluyor. Göçmenler göçte kendi tarihlerini ve o ülkede hikayalerini, anıları da bırakırlar. Geldikleri ülkede kendilerine bir geçmiş arayışı, ya da kendilerine yeni bir hikaye de gerekir. Türklük, Cumhuriyet biraz da bu hikayelerle de ilişkili olamaz mı?
Cumhuriyeti travmadan kaçınmak için oluşturulan bir yaratıcı proje gibi de görebiliriz. Bir yanıyla başarı öyküsüdür: Bu başarının abartılmasında işte bu travmalara merhem sürme de rol oynamış olabilir. Bu kuşağı ve kurucu kadroyu tarihsel bir başarı üretmişler ve Mustafa Kemal de kurucu önder olmuş, tarihi bir kişilik olmayı başarmıştır. Yani o önemli bir tarihi figürdür ve ona olan sempati/antipatinin ötesinde bir başarı öyküsü yaratmıştır, bilindiği üzere kendisi de çeşitli travmalar yaşamıştır.
Ama cumhuriyet sakat doğmuştur ve sakatlık bugüne kadar da onarılmamış/onarılmak istenmemiştir. Cumhuriyet bir Sünni Türk projedir ve vatandaşlığı da öyle tanımlamıştır. Yazılı olarak yer yer çok güzel formülasyonlar denense de nihayetinde uygulama böyledir. Cumhuriyetin en temel sorunu öteki’yle ilişkideki tutumudur. Devşirmek, asimile etmek, öteki kalmakta direnleri de yok etmektir. Burada öteki, her zaman sadece öteki olduğu için yok edilmez, yani öteki kendisine sunulan rol ve konumu, yani eşit yurttaş olmamayı kabul ettiği sürece tolere edilir. Aleviler kendi aralarında kimseye göstermeden gizlice cem yapabilirler. Cemin açıktan yapılması bir kışkırtma olarak algılanır. Bunun için Alevilere arada bir hadleri bildirilir ve Müslüman mahallesinde salyangoz sattırılmayacağı anımsatılır. Sivas, Maraş, Madımak ve gündelik ırkçılık...
Sünni Türk hoşgörüsü kuşkusuz var. Mesela bu kültürde Sünni Türkler çocuklarına hiçbir zaman Muaviye, Yezid ismini koymazlar... Sünni Türklük kendi içinde iyiliği de organize eder. Burada söylemek istediğim ötekiyle ilişki bağlamında ama. Burası çok sorunludur... Bir kültür/grup kendisini sadece kötü üzerine kurarak var edemez... Cem yapılabilir: Televizyonlarda, festivallerde, yabancı konukların olduğu toplantılarda hoşgörü belgesi olarak bile cem yapılabilir. Nankör Alevilerin anlamadığı da budur! Burada ama izin verilen Alevilik ve cem folklorik olmak zorundadır. Pir Sultan’ı türkücü, besteci olarak anmak makuldür fakat Pir Sultan olarak anmak çok problemli bulunur.
Başka bir örnek: Çok bilinen söylemdir, Kürt Kürt olmanın dışında her şey olabilir. Toplumsal hiyerarşide devşirme olarak iyi konumlara gelebilir. Hatta evinde Kürtçe konuşur, arada bir televizyonda oynak Kürtçe türküler söyleyebilir. Tüm bunlara rağmen kamusal alan Kürtleşemez. Kamusal alanın dili asla Kürtçe olamaz... Kürt vekiller, belediye başkanları seçemez, Kürtçe yemin edemez. Öteki ötekiliğinde direnirse de cumhuriyet ona haddini bildirir.
Ötekiyi öteki olarak kabul etmenin, takdir etmenin kültürde ve dinde çok yaygın kabulü yok. Ayrıca öteki Osmanlı'nın son dönemlerinde öteki olanlarla yaşanan savaşlar ve zoraki göçlerin travmatik izleri ötekine sürekli kuşkuyla bakmayı, onları düşmanlaştırmayı kolaylaştırır. Kelaynak kuşlarının haklarını savunmak için yaptığınız yürüyüş bile bölücülük, hainlik olarak görülebilir ve bu durum halktan pek de tepki almaz... Vatan, din, ezan, millet hikâyesi bu anlamda en çok kullanılan ve halkın da kabul ettiği ötekine karşı konumlandığı anlatılardır.
Öteki eğitilmesi gereken, ehlileştirilmesi devşirilmesi gereken insanlardır. Cumhuriyet eğitme, Sünni Türkleştirme projesidir.
DOĞRU VE YÜCE OLAN, SÜNNİ TÜRKLÜK
Eknaton tek tanrılı dinini ilan ederken Aton dışındaki tanrı ve tanrıçaları yanlış ilan etti. O dönemde diğer tanrıların resimleri duvarlardan silindi ve heykelleri parçalandı. İslam’daki ilk eylemlerden biri Kabe’deki putların kırılmasıdır. ‘Yanlış tanrılar’ ve ‘tanrıçalar’ yok edilmiştir. Tek tanrılı dinlerin tanrısı hakiki ve doğru tanrıdır bu tanrı dışındaki tanrılar/tanrıçalar ise yanlıştır. Tek tanrılı dinlerdeki bu tutuma göre bu tek tanrıya inanan insanlar da tanrının değerli kullarıdır. Eknaton’dan bugüne ‘yanlış inanç’, ‘yanlış tanrılar’ı yok etmek ötekinin inancını yok etme geleneği var. Sünnilik doğru din ilan edilince de ötekinin dini yanlıştır ve bu inançla mücadele tek tanrılı dinlerin geleneğinde var. Hıristiyan misyonerler gittikleri yerdeki yerli halkın dinini yanlış ilan edip doğru dine insanları davet ediyor ya da kılıçla zorluyorlardır. Bu geleneği Sünnilik de sahiplendi. Bir Sünni için dünyadaki en makbul inanç Sünniliktir ve Tanrı en çok Sünni’yi sever, bir Sünni buna inanır. Eğer bir Sünni Hıristiyanlığı ya da Aleviliği Sünnilikten daha iyi bir inanç olarak görüyor ve hâlâ Sünni kalıyorsa bu inanmanın özüne ters bir durum yaratır çünkü Sünni’ye göre en üstün inanç Sünniliktir. İşte bu tutumun öteki’nin inancına direkt etkisi vardır. Ötekinin inancı eksiktir, yanlıştır...
İslam'ın amacı da bütün insanlığı Müslümanlaştırmaktır... Burada ötekinin varoluşu ciddi sorun yaratıyor(?). Cumhuriyet de bu Sünni üstünlükcülüğü terk etmekte zorlanıyor. Günümüzde birçok tarikatın yanı sıra Diyanet de resmi Sünniliği üretme, yayma, ötekinin inancını aşağılama merkezi olarak çalışıyor. Türklük de asil bir tarihi olan, şerefli bir millet olduğundan ulaşılmak istenen, üstün bir ırktı. O dönemde Avrupa'daki faşist ve ırkçı hareketler devletlerin rüzgârı Türklüğe/Türkçülüğe dokunuyordu. Türkler üstünse öteki alçaktı. Türk kendini şerefli tanımlarken ötekine de çok şerefli olmayan bir pozisyon kalıyordu. Bu tutumlar öteki’yle ilişkinin belirlenmesinde önemli rol oynadı.
Devam edecek
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.