Doğan Özgüden
Darbesiz çözüm çığlığı...
"15 Temmuz kördüğümü: Çözdükçe dolaşıyor''… Yavuz Baydar’ın ArtıGerçek’te TBMM Komisyonu’nun gülünç raporu üzerine vardığı bu hükmün, siyasal eğilimleri ne olursa olsun tüm sağduyu sahipleri tarafından paylaşılmaması mümkün değil… Koray Düzgören de yine ArtıGerçek’teki son yazısında haklı olarak soruyor: "15 Temmuz kimin darbesi?"
Ülkesinin demokratikleşmesini temel ilke edinmiş tüm dürüst gazeteciler tabii ki İslamcı despot Erdoğan’ın kurduğu engizisyon mahkemelerindeki iddianamelerde ya da savunmalarda söylenenlerle yetinmeyecek, gerçeği ortaya çıkartmak için tüm olanakları zorlayacaktır.
Türkiye oldum olası bir darbeler ülkesi... Daha Osmanlı döneminde, İttihat ve Terakki’nin 23 Ocak 1913’te Enver Bey önderliğindeki ünlü Babıali baskını... Cumhuriyet döneminde bizim kuşak gazetecilerinin doğrudan tanık olduğu 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri ve de "darbe" gücündeki 1997’nin 28 Şubat süreci, 2007’nin 27 Nisan E-Muhtırası... Bir de başarılamamış 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri...
Tüm bunlar üzerine çok yazıldı, söylendi... Ama daha 1957’de 27 Mayıs Darbesi’nin öncülü sayılabilecek bir başarısız darbe girişimi daha var ki orduda intikam duygularının doğmaması ve başka darbe özentilerine yolaçmaması için bizzat DP Hükümeti tarafından üzerinde fazla gürültü kopmadan küllenmeye bırakılmıştı...
Olay tam da benim yedek teğmen olarak İzmir’de Orgeneral Cemal Gürsel’in komutasındaki MSB Temsil Bürosu’nda görevli olduğum döneme rastlıyor.
Bir buçuk yıllık askerliğim döneminde orduda gittikçe yoğunlaşan iktidar karşıtlığına çok yakından tanık oldum. Daha Mamak Muhabere Okulu’ndayken bize eğitim veren muvazzaf subaylar özel sohbetlerimizde DP iktidarını açıkça eleştiriyor, Menderes ve diğer yöneticiler hakkında aşağılayıcı ifadeler kullanmakta tereddüt etmiyorlardı.
Bir gün piyade talimi için araziye çıktığımızda eğitimci albayın bayrağa, üst rütbelilere ve cumhurbaşkanına nasıl selam durulacağını bizlere öğretirken söylediklerini unutmam mümkün değil: "Talimatnameye göre cumhurbaşkanına böyle selam verilir, ama tabii cumhurbaşkanı adamsa!"
Subayların iktidara tepkisinin nedenini gayet iyi anlıyordum... O dönemde subay aylıkları son derece düşüktü, sızlanmalar karşısında Menderes’in muvazzaf subayları aşağılayarak "gerekirse bu orduyu ben yedek subaylarla yönetirim" dediği iddiası çok yaygındı.
İzmir’de askeriyenin basınla ilişkisini kurma görevi üzerimde olduğu için hemen tüm önemli toplantılarda, askeri manevralarda komutanlarla beraberdim. Muhalif gazeteci olduğumu bildikleri için ben varken de iktidar aleyhinde konuşmakta tereddüt etmezlerdi.
İzmir’in bir özelliği, NATO Güney Doğu Kara Kuvvetleri ve 6. Taktik Hava Kuvvetleri karargahlarının orada olmasıydı. Bazı resmi törenlerde Türk subaylarıyla Amerikalı subaylar arasında ciddi protokol sorunları yaşanmaktaydı. Protokole göre İzmir’deki NATO komutanı Amerikalı korgeneral birinci sıradaydı. Ancak Yurtiçi Bölge Komutanı olan, tüm subayların "Cemal Aga" dedikleri Orgeneral Cemal Gürsel kendisinden daha düşük rütbeli bir generalin arkasında yeralmayı haklı olarak kesinlikle reddederdi.
NATO’da görevli Türk subayları açısından bir başka memnuniyetsizlik konusu daha vardı. Amerikalı ve Avrupalı subaylar sık sık viskili, havyarlı davetler düzenliyor, karargahtaki Türk subaylarını davet ediyorlardı. Ama Türk subaylarının bu davetlere aynı şekilde karşılık vermesi olanaksızdı ve bunun ezikliğini yaşıyorlardı.
Tabii dünyadaki gelişmeler de ABD’ye tam sadakat politikası izleyen DP iktidarına karşı muhalefetin güçlenmesinde rol oynuyordu. O zamana kadar Pentagon’un dayatmalarına körü körüne itaat etmek üzere eğitilmiş ve koşullandırılmış olan subaylar da bu gelişmelerden büyük ölçüde etkileniyordu. Türkiye’nin baş düşmanı ilan edilmiş olan Sovyetler Birliği’nin askeri, kültürel, bilimsel alanlardaki başarıları onları da giderek daha fazla düşündürür olmuştu…
Hiç unutmuyorum… 4 Ekim 1957’de Sovyetler Birliği’nin uzay araştırmalarında ABD’ye fark atarak Sputnik yapma uydusunu uzaya göndermesi karargahta şok etkisi yapmıştı. Kars’taki bir sınır birliğinden bizim büroya yeni tayin edilmiş genç bir binbaşı vardı, rütbe farkımıza rağmen her konuda rahat tartışabilecek kadar dost olmuştuk. Sabah karargaha geldiğimde beni kapıda karşılayarak olayı adeta müjdeledi:
- Haberin var mı, Sovyetler uzaya uydu gönderdi. Amerika hâlâ nal topluyor, bu bir dönüm noktasıdır. Uzay çağının açılışıdır...
İlginçtir, bir süre Türk-Sovyet sınırında hizmet görmüş, bazı sınır ihtilaflarını görüşmek üzere zaman zaman sınırın ötesinde Sovyet subaylarıyla buluşup masaya oturmuş olan başka subaylar da artık temkinliliği elden bırakmışlar, izlenimlerini belli bir takdir ve hayranlıkla anlatıyorlardı.
Sömürge halklarının ulusal kurtuluş mücadeleleri, bağlantısız ülkeler hareketinin uluslararası diplomaside giderek ağırlık kazanması, anti-Amerikan bir çizgi izlemesi herkes gibi askerleri de ciddi biçimde düşündürmeye başlamıştı.
Olayın etkisi öylesine belirgindi ki, NATO’da görevli Türk subayları bile eziklikten kurtulmuş, birçok netameli konuyu Amerikalı subaylarla açık seçik tartışmaya başlamışlardı.
9 Subay Olayı işte tam bu ortamda patlak verdi. 1957 yılı sonunda ihbar üzerine İstanbul’da bir grup subay, hükümet darbesi hazırlamak iddiasıyla tutuklanmıştı. Ancak 1. Ordu Komutanı’nın yayın yasağı koyması nedeniyle olay kamuoyuna 16 Ocak 1958’de açıklandı. Olaya adı karışanlar arasında MSB İstanbul Temsil Bürosu’nun, yani bizim Izmir’deki büronun İstanbul’daki benzerinin müdürü de vardı.
Olayın açıklanmasının hemen ardından, bir sabah basın özetlerini hazırlarken, o sırada karargahta yazıcı olarak askerlik hizmeti yapmakta olan yazar Erol Toy yanıma geldi,
- Teğmenim, benden duymuş olmayın, dedi, Ankara’dan biraz önce emir geldi. Sizi Ankara’ya, Mamak’a sürüyorlar…
9 Subay Olayı’na İstanbul’daki büro müdürü de karıştığı için, MSB temsil büroları bir fesat ocağı sayılmış, derhal kapatılmalarına ve oralarda görevli subayların da kıta hizmetine gönderilmesine karar verilmişti.
Bizim tertipten Zeki Müren de, İstanbul Temsil Bürosu’nda görevli iken yeni kurulan "Subay Çocuklarına Yardım Derneği" yararına Türkiye’nin dört bir yanında bir dizi konser vermekle görevlendirilmişti.
Bu darbe girişimine adı karışan 9 subay askeri mahkemede yargılandılar. Bayar’ın bunları en ağır şekilde cezalandırma dayatmasına karşın Menderes tüm subayların mahkum"edilmesinin orduda intikam duygusunu ateşliyerek darbeci eğilimleri güçlendirebileceğini düşündüğünden olayı fazla yankı uyandırmadan yatıştırmayı tercih etti. Cemal Tural’ın başkanlık ettiği mahkeme birkaç ay süren duruşmadan sonra sadece ihbarcı subayı mahkum etti. Beraat ettirilen sekiz subay ise orduya döndüler ve iki yıl sonra 27 Mayıs Darbesi’ni gerçekleştirecek olan cuntacılar arasında yeraldılar.
Darbeye gidiş o denli aşikardı ki sürgün edildiğim Mamak Muhabere Okulu’na döndüğümde artık «darbe» subayların günlük sohbetlerinin ana temalarından biriydi. Her sabah kaldığım otelden Mamak’a gitmek için bindiğim servis arabası Ankara Radyoevi’nin önünden geçerken darbe gerçekleştiğinde radyoyu kimin basacağı dahi şaka yollu konuşulabiliyordu.
Ve de tanıdığım bu subayların büyük kısmı 27 Mayıs Darbesi’ni izleyen askeri yönetimlerde önemli görevler üstlendiler.
Günümüze dönüyorum…
Evet, Yavuz Baydar ve Koray Düzgören’in vurguladıkları gibi 15 Temmuz sözümona darbesinin arka planında kimlerin olduğu, Tayyip’in sivil darbesine bahane yaratmak için nasıl tezgahlandığı ergeç ortaya çıkacak ya da çıkartılacaktır.
Unutmayalım, daha dün gibi… Bugün 15 Temmuz Darbesi’ni tezgahladığı iddia edilen Gülen’ciler değil miydi 2009 yılından itibaren Poyrazköy, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven ve Balyoz «"darbe girişimi" davalarında bizzat Tayyip’in desteğiyle hem polis, hem savcı, hem de yargıç rolü oynamış olanlar?
Şimdi bu Gülen’ci aktörlerin çoğu Tayyip’in yeni devşirdiği sallabaş polis, savcı ve yargıçların önünde "darbecilik"ten kovuşturuluyor ve yargılanıyor.
Ama kurunun yanında yaş da yanmakta, Gülen’cilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan binlerce asker ve sivil de "darbeci" damgası yiyerek özgürlüğünden ya da işinden olmakta…
Kör bir gidiştir bu… Önce Gülen’cilerin ordudaki kıyımı, ardından Gülen’cilerle savaş adına ordudaki ikinci kıyım… Üstelik ikisi de Tayyip güdümlü ve destekli… Tüm bunların ordu içinde intikam duygularını ve darbeci arayışları güçlendirmemesi olası mı? Bunun sonucu bir gün Türkiye’de gerçekten bir askeri darbe gerçekleşirse, bunun ilk hedefi hiç kuşkusuz İslamcı despot Erdoğan ve sömürücü avenesi olacaktır. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi birçok kişiye "Ohhh !" da dedirtebilir.
Ama unutulmasın ki darbeci mekanizma bir kez harekete geçtiğinde, sadece Tayyip ve hempalarını değil, belki onlardan daha da fazla Türkiye’nin sol, demokrat ve barışsever güçlerini, Kürt halkını, Türk ve müslüman olmayan tüm azınlıkları hedef alacaktır.
Bu yazıyı yazarken benim de aralarında bulunduğum "Yan yanayız, bir aradayız" çağrıcıları "Tek adam rejimi ve partili devlete, adaletsizlik ve hukuksuzluğa, Meclis’in etkisizleştirilmesine, her çeşit muhalefetin baskı ve tehditle sindirilmesine" karşı çıkarak toplumun farklı kesimlerinden, laik cumhuriyetçilerden Müslüman muhafazakârlara, CHP, HDP milletvekillerinden AKP eski bakanlarına, her siyasetten, sağ, sol, Türk, Kürt, azınlık kanaat önderlerine, aydınlara, sanatçılara, yazarlara, akademisyenlere, bilim insanlarına, hukukçulara uzanan geniş bir yelpazede herkesi aynı çatı altında toplanmaya davet etti.
Zaman hızla akıp gitmekte… Olağandışı yetkilerle donatılmış bir despotun varlığına rağmen Türkiye’nin referandumda "hayır" diyebilmiş olanları iki yıl sonra bu iktidarı alaşağı etmek için sandık başına gitmek şansını ve sorumluluğunu taşıyor… Bittabi, yurt dışındaki göçmenler ve sürgünler dahil…
Bu sorumluluğu duyan herkes "yan yanayız, bir aradayız" çağrısına mutlaka kulak vermeli, bu zalim ve çağdışı iktidarın "askeri darbe"siz alaşağı edilmesi için şimdiden seferber olmalı.