Devlet, baskıyı arttırarak sorunlardan kaçıyor!

Eğer Türkiye’de devlet, sorunların kaynağı olduğunu göremiyorsa, bunu biz vatandaşların görmesi lazım. Haklar ve özgürlükler bir gerçeklik alanı. Olsa ne iyi olur filan demiyoruz. Olmazsa olmaz diyoruz. Demek zorundayız.

Geçen haftaki yazım “yapay zekâ” tartışmasından, bir söz oyunu aracılığıyla “yapay geri zekâ” olarak nitelediğim YÖK düzenine, Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin ardından kurulan yükseköğretim sistemine bağlanıyordu. Amacımın alay ya da hakaret etmek olmadığını da belirtmiştim. YÖK düzeni, üniversite meselesini nicel artış hedefine bağladığı için “geri” bir sistemdir ve sayıları arttırmak üzerinden ilerleyip bin yılda gelişen “özgür özerk demokratik üniversite” modelinin birbiriyle ilişkili unsurlarını göz ardı ettiği için de “yapay”dır. Artık bu sistem geride bırakılmalıdır. Yazımın sonunda YÖK’ü aşma hedefini ele alan iki önemli raporun linklerini vermiştim. Bunu tekrar ediyorum: ve

Bu hafta bu konu üzerinde duramayacağım. Konu karmaşık, zorlu ve çok uzun süre bizleri uğraştıracak. Lütfen raporları okuyun ve okunmasına aracı olun. Bu konuyu hem burada hem başka ortamlarda bol bol konuşacağız. Bu hafta, bu raporlara, geçen hafta yayımlanan bir kitabın duyurusunu da ekliyorum. Cem Özatalay, Emine Sevim ve Serdar M. Değirmencioğlu’nun yayına hazırladıkları ve Notabene Yayınları’ndan çıkan Üniversitede Direniş ve Dayanışma: Yıkım, Sömürü ve Sivil Ölüm Düzenine Karşı Durmak. Kitap otuza yakın makale içeriyor ve özellikle son yirmi yılda üniversiteye dönük çeşitli saldırılar ile bunlara karşı direniş ve dayanışma çabalarını tartışıyor.

MUHTAÇ OLDUĞUMUZ ÖZGÜRLÜK

Bu kitap, bu hafta özellikle üzerinde durmak istediğim “özgürlük” konusuna geçmeme de yardım ediyor. Yine özgürlük ve buna karşı baskılarla dolu bir hafta geçirdik. Özellikle Ekrem İmamoğlu’na verilen hapis cezası üzerinden baskıları konuşacağımı düşünebilirsiniz. Fakat ben zaten kamuoyu gündemini fazlasıyla meşgul etmiş İmamoğlu olayından söz etmeyeceğim. Üstelik baskılara yönelik bir bakışım da olmayacak. Mutlaka bunlara da değineceğim ama asıl derdim, baskılanmaya çalışılan özgürlük meselesinin gereksinim yönünü göstermek olacak. Özgürlük ya da özgürlükler bir ihtiyaç meselesi. Özgürlüğe muhtacız ve hatta mecburuz. Akademik özgürlüğe, ifade özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne, siyasal ve kültürel özgürlüklere… Devletten ve iktidardan kaynaklanan baskılar, bu ihtiyacı ve mecburiyeti inkâr ediyorlar. Yokmuş gibi yapıyorlar. Çok uğraşıyorlar. Deli gibi çabalıyorlar. Ne var ki, bu boş bir çaba. Musluğu kapatmazsanız havuzun taşmasını engelleyebilir misiniz? Koşullar oluştuğunda, yağmurun yağmasının önüne geçebilir misiniz?

Bir ihtiyaç olarak özgürlük düşüncemi biraz açmaya çalışayım. Bunun için özellikle taze bir baskı örneğinden söz edeceğim. Ankara’da yaşayan belgeselci Sibel Tekin, geçen Cuma gecesi 02:00’de evinden göz altına alındı ve örgüt üyeliği iddiasıyla çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Tekin’in çalışmalarıyla “Ankara’nın hafızası” olarak bilindiği söyleniyor. Gözaltına alınma nedeni de, Ankara Tuzluçayır’da insanların yaz saati nedeniyle çektikleri sıkıntıları görüntülerken, oradaki bir polis ekibinin Tekin kendilerini de çektiği için şikayette bulunmaları. Tekin, hak ve özgürlük mücadelelerini odağına alan zengin bir üretim ortaya koymuş bir belgesel sinemacı. Özgeçmişi bile ne kadar çalışkan, verimli ve topluma dönük bir insanla karşı karşıya olduğumuzu bize gösteriyor.

Tekin 12 Eylül’ü tartışan bir belgesel çekmiş, Tekel işçilerinin direnişini çekmiş, 10 Ekim Katliamı’nın 4. yıldönümü anmasını çekmiş. Tekin gibi birileri bunları çekmeyince, buradaki hak, özgürlük ve baskılar ilişkisine işaret etmeyince mesele çözülüyor mu? Tekin’i ve hak talebinde, özgürlük talebinde bulunan herkesi tutuklayınca, devlet düzenini bir polis copuna dönüştürünce bu meseleler ortadan kalkacak mı? “Ha gayret, biraz daha biber gazı sıkalım. Bize daha fazla yasak lazım. Her hak ve hukuk diyeni terörist diye yaftalayalım.” Çözüm garantisi var mı bu yaklaşımın? Devlet bir copa dönüşüp her ses çıkaranın kafasına inince, özgürlük ihtiyacı gerçekten de belirli bir noktada ortadan kalkacak mı? Devlet büyüklerime samimiyetle soruyorum: Var mı bize sunabileceğiniz böyle başarılı tarihsel örnekler? İnsanları hapse tıkarak, milletvekillerini tokatlayarak, baskı araçlarını çoğalta çoğalta zor günleri arkada bırakmış, vatandaşları tarafından kucaklanmış, onaylanmış, “yaşa var ol” filan denilmiş kaç baskı rejimi biliyorsunuz?

“SİZ NEDEN ÖRGÜTÜ DE ELEŞTİRMEDİN?”

Ben 2016 tarihli “Bu Suça Ortak Olmayacağız” metninin imzacılarından biriyim. Kamuoyunda “Barış İçin Akademisyenler Metni” olarak da bilinen metin. 2018’de benim de aralarında olduğum yüzlercemiz, metnin bir PKK metni ve imzalayanların da örgüt destekçisi olduğunu savunan ortak bir iddianame üzerinden ağır ceza mahkemelerinde yargılandık. Savcılık iddianamesi, Türk hukuk tarihinin gelmiş geçmiş en kötü yazılmış metinlerinden olsa gerekti. Aralarında benim de olduğum pek çok imzacı hem metne imzalarını koyma saiklerini hem de iddianamenin iler tutar yeri olmayışını açıklayan savunmalar yaptılar. Bir örnek olarak kendi beyanımın linkini buraya koyuyorum.

Ben savunmamı yaptığımda, henüz imzacılar terör örgütü propagandası yapmaktan yargılanıyorlardı. Beni yargılayan yargıç, beyanımın ardından bana “devleti eleştiriyorsun, neden PKK’yı da eleştirmedin?” diye soruverdi. O anda resmen yutkunduğumu hatırlıyorum. Daha önce de bana bu soruyu soranlar olmuştu ama soru o kadar saçmaydı ki, rahatlıkla cevap verip geçmiştim. Bir ağır ceza yargıcının bu kadar yamuk bir soru soracağını beklememiştim. Bu sorunun devlet ile örgütü denk gördüğünü nasıl fark etmediğine hâlâ şaşıyorum. Bir yanda yasal ve meşru, her tür ulusal ve uluslararası yapılanmaya sahip bir devlet var, öte yanda bu devletin, “terörist ve bölücü” dediği bir örgüt. Devletin yargıcı da, vatandaşı olduğum, maaşımı aldığım ve vergimi verdiğim bu devlete doğal vatandaşlık hakkım üzerinden çağrıda bulunurken, bu çağrımın yanlışlığına işaret etmek için, örgüte de seslenmiş olmam gerektiğini söylüyordu.

Buna benzer şeyler demeye çalıştım ama muhterem yargıç, duruşmanın asıl büyük hamlesini tam da o anda gerçekleştirdi. Terör propagandası suçlamamı, bir anda “terör örgütü üyesi olmadan üyelik” gibi ilginç ama aynı zamanda daha ağır ceza gerektiren bir suçlamaya terfi ettirdi. Bu suçlama ilk kez benim duruşmamda ortaya çıkmış oldu ama hemen başka mahkemelerde de görüldü ve hatta birkaç kişi bu suçtan ceza aldılar. Direkt hapse girmeyi gerektirecek bir suçlamaydı bu. Belli ki, barış imzacıları yargılamasında daha küçük bir grubun hapse yollanması hedeflenmişti.

Sonra ne oldu? Füsun Üstel hocamızı, erteleme seçeneğini reddettiği için hapse koydular. Sonra da Anayasa Mahkemesi yapılanın iler tutar yeri olmadığını gördü ve suçlamaları kaldırdı. Birtakım üniversitelerden insanların iznini bile almadan, suçlamaların kaldırılmasını eleştiren açıklamalar filan yaptırıldı. En sonunda da suçlamalar tamamıyla düşürüldü. Ha, tabii bu arada, yüzlerce barış imzacısına eziyet edildi ve KHK ile yüzü aşkın akademisyen üniversiteden uzaklaştırıldı, sivil ölüme mahkûm edildi.

BEYAZ MANTO ADAMA YAKIŞTI

Neye yaradı tüm bunlar? Ülkede barışa ulaşılamamasını eleştiren ve bu yönde çağrıda bulunan insanlar ötekileştirilince bu sorunlar ortadan mı kalktı? Baskı baskıyı doğurdu. Biraz daha baskı, sonra biraz daha baskı, şimdi daha da baskı, ha gayret biraz daha baskı… Hani sosyal medyada çok dolaşan bir karikatür var. Bir yemek masasındaki adamlar “oh ne yedik, fakat iyi yedik, yalnız güzel yedik” diye tekrar edip duruyorlar. Garson da “anladık da, bir de hesabı ödeseniz” diyor. Bu baskılar hak ve özgürlük ihtiyaç ve talebini ortadan kaldırabildi mi?

Pazar günleri saat 13:00’te Artı TV’de “Sözün Yarısı” başlıklı bir sohbet programı yapıyorum. Her hafta bir konukla âşık olduğu bir metni ve hemen ardından da kendi işlerini konuşuyorum. 18 Aralık Pazar programında konuğum Hacer Foggo idi. Âşık olduğu metin olarak, Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” öyküsünü konuştuk. Hacer Hanım, öyküde çok dikkat etmediğim bir noktaya işaret etti. Kullanılmış bir beyaz kadın mantosunu satın alıp giydiği için sürekli taciz edilen ve en sonunda mantosuyla denize yürüyüp bu toplumu terk eden bir karakter var orada. “Normal” insanlar, erkekseler kadın mantosu giymezler. Fakat o normale sığmayan ve hem zihinsel hem ekonomik açıdan toplumun çeperinde yaşayan öykü kahramanı bu mantoyu güzel bulmuş, beğenmişti. Toplumun sorunu, “beyaz mantolu adam”ın bu tercihini kabul edememekten kaynaklanıyordu. Bir adam, beyaz bir kadın mantosu giymek istemişse, bunu neden kabul edemiyoruz? Bir düşünebilir miyiz?

Hacer Foggo’nun Doğan Kitap’tan yeni çıkan kitabı Askıda Hayatlar:Yoksulluk Günlükleri, Foggo’nun özellikle kentsel dönüşüm sürecinde evlerinden edilen ve “derin yoksulluğa” mahkûm edilen Romanlarla gerçekleştirdiği dayanışma çabalarını ortaya koyuyor. Bu insanlar yaşadıkları zorlukları bize anlatmaya çalışıyorlar ama tıpkı “beyaz mantolu adam” örneğinde olduğu gibi, bir sonraki öğünü yiyebileceklerinden emin olmayan bu insanlara biz, “sizin sorununuz çalışmamak, tembelsiniz, pissiniz” deyip duruyoruz. Derin yoksulluğun bu toplumun, hepimizin sorunu olduğunu görmek istemiyoruz. İşte bu birkaç kişiden kaynaklanan bir bozukluk diye geçiştirmeye çalışıyoruz. O zaman da yetkililer, belediyeler, şunlar bunlar bu insanların tapulu evlerine gözlerini kırpmadan el koyabiliyor, buldozerlerle ta Bizans’tan kalmış Sulukule’yi yerle bir edip yerine de lüks konut inşa ediyorlar.

Ne oldu? Romanları, atık toplayıcılarını, göçmen ve mültecileri, akla başka hangi öteki geliyorsa onu, itip kakarak özlediğiniz bir toplumu yaratabildiniz mi? Tek yaratabildiğiniz, pasaklı, iğrenç görünümlü bir açgözlülük düzeni. Empati kuramayan, toplumun nasıl bir birliktelik ve dayanışma ağı olduğunu çözemeyen bir devlet kurumu ile zıvanadan çıkmış bir toplum yarattınız. Sorunların tepesine demir yumruğunuzu indirdiniz durdunuz. Ne oldu? Sorunlar büyümeye devam etti. Sadece hamakat, kirlenme, yabancılaşma artmış oldu.

Eğer Türkiye’de devlet, sorunların kaynağı olduğunu göremiyorsa, bunu biz vatandaşların görmesi lazım. Haklar ve özgürlükler bir gerçeklik alanı. Olsa ne iyi olur filan demiyoruz. Olmazsa olmaz diyoruz. Demek zorundayız.

Eğer bir yarın olacaksa, farklı bir hayat kuracaksak, bunu böyle görmeye mecburuz. Baskıların varlığı, bu mecburiyetten uzak durmanın gerekçesi olamaz. Artık “Beyaz Mantolu Adam”ı yeniden okumanın zamanı gelmedi mi? O mantonun o adama ne kadar yakıştığını hissetmemiz gerekiyor.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi