Mehmet Altan
“Devlet eliyle sivil toplum”
Bir cinnet çağı yaşayan dünya bu kez de Moskova Katliamı ile sarsıldı… Bütün dünya huzursuz ama bazı ülkeler daha fazla huzursuz.
Örneğin Türkiye… Ülkemiz.
Askeri vesayetten siyasal İslam vesayetine yatay geçen Türkiye’de de huzur, refah ve özgürlük her gün biraz daha fazla hayatımızdan eksiliyor.
Haftaya ortaya çıkacak seçim sonuçları, özgürlüğü, refahı, huzuru olmayan bu ülkenin toplumsal ıstırabına merhem olabilecek mi?
Barışın kapıları tekrar aralanabilecek mi?
Kireçlenmiş siyaset kurumunda bir dalgalanma söz konusu olur mu?
xxxxxxx
Galiba yukardaki sorulara “Türkiye’de neler değişiyor, neler değişmiyor?”a bakarak nihai cevapları vermek gerekiyor.
Bunun için Nevruz/Newroz Bayramı iyi bir kestirim noktası.
O halde gelin aşağıdaki yazıyı beraberce okuyalım.
xxxxxxx
“Devlet eliyle sivil toplum
Avrupa Parlamentosu Liberal Grup Başkanı Gijs De Vries ile Sosyalist Grup Başkanı Pauline Green’in ani Türkiye ziyaretleri Nevruz kutlamalarına rastladı. Birkaç gündür bu iki politikacının görüşleri gazetelerde yer alıyor.
Liberaller de sosyalistler de beraberce aynı şeyleri söylüyorlar: ‘Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olabilmesi için insan hakları, Kürt sorunu, Kıbrıs ve Türk-Yunan sorunlarını çözmesi gerekiyor.’
Sık sık da ‘demokrasinin gerektiği gibi işlemediğini’ vurgulamayı ihmal etmiyorlar.
* * *
Sosyalist lider Pauline Green’in altını çizdiği noktalar şunlar:
‘Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kurumu seçmenlerimize izah etmekte zorlanıyoruz, çünkü demokratik bir ülkede böyle bir kurumun olması normal değil.
Milli Güvenlik Kurulu, Avrupa’daki çoğu topluma ve demokrasiye yabancı bir kurum.
Türkiye de gerektiği gibi işleyen bir demokrasiye sahip olsaydı, MGK’ya duyulan ihtiyaç azalabilirdi.’
***
Liberal De Vries de bu kaygıları paylaşıyor.
Her ikisi de gazetelerde yer alan haberlere göre ‘demokratik bir sistemde askeri kurumların sivil otoriteden üstün olamayacağını’ belirtip duruyorlar...
* * *
Pauline Green, ‘Kürt Sorunu’na yaklaşımını ise şöyle özetliyordu:
‘Kürtlere dil özgürlüğü sağlanmalı. Biz İngiltere’de Galler Bölgesi’nde Galce’nin resmi lisan olmasına izin verdik. Tabelalar iki lisanda yazılıyor.
İskoçya ve İrlanda’da da buna benzer uygulamalar yapılıyor.
Fransa’da Basklar, İspanya’da Katalanlar buna benzer özgürlüklerden faydalanıyorlar.
Türkiye’de de bu yönde gelişmeler olmalı. Böyle bir özgürlük vermekle devlet zayıflamaz. Aksine güçlenir. İnsanların teröre olan isteği azalır.’
* * *
Pauline Green, ‘demokratik bir Türkiye’ için de umudunu ‘sivil topluma’ bağlamış durumda... Şöyle diyor:
‘Artık herkes sivil toplumun geliştirilmesi gerektiğini söylüyor. Bundan sonra, bu konuda daha çok çalışmamız gerekecek.’
* * *
Murat Karayalçın’ın çıkardığı ‘Sosyal Demokrat Hareket’ adlı dergi de, geçen sayısını olduğu gibi son sayısını da ‘Sivil Toplum - Siyasal Toplum’ kavramlarına ayırdı.
Dergide yer alan bilgilere göre, sivil toplum örgütlerinin Türkiye’deki durumu şöyle:
2700 vakıf, 50 bin dernek, 1200 sendika, kooperatif, meslek örgütü.
Bu kuruluşların yüzde 75’i üç büyük şehirde örgütlenmiş. Başka bir deyişle, ‘Anadolu’da büyük bir boşluk var.’
Üstelik ‘sivil toplum örgütlerinin’ yüzde 67’si son on beş yılda kurulmuş. Öyle uzun bir geçmişleri yok. Kısacası ortalıkta bir yetersizlik bulunuyor.
* * *
Avrupalı parlamenterler bir yandan ‘askeri otoritenin’ Türkiye’de ‘farklı’ konumuna dikkat çekiyor, öte yandan da toplumun örgütlenerek kendi yönetimini sağlaması açısından ‘sivil toplumun’ önemini vurguluyorlar.
Ne var ki yukarıdaki sayıların da gösterdiği gibi, Türkiye’de ‘sivil toplumun’ mevcut hali henüz çok gürbüzleşmiş olmadığı gibi geçmişi de çok eskiye dayanmıyor.
Çünkü burası ‘devlet eksenli bir toplum’.
Toplum devleti değil, devlet toplumu şekillendiriyor.
* * *
Hatta öyle ki Necdet Uğur’un bir aralar takılmak için söylediği ‘sivil toplumu devlet eliyle kuralım’ önerisi, mizahi içeriğine rağmen Nevruz kutlamalarında gerçekleşti gibi...
Devlet toplumuna güvenmediği için, bayramını da rahat kutlamasına olanak vermiyordu.
Nevruz çok yakın zamana kadar her seferinde beraberinde kan ve gözyaşı getiriyordu.
Devletimiz baktı ki olacak gibi değil, bu kez Nevruz Bayramı’nı Kürt kökenli vatandaşlarının elinden alabilmek için hem ‘resmileştirdi’, hem de ‘Türkleştirdi’.
Hatta Refahlı Kültür Bakanı, ‘sarı, kırmızı ve yeşil’ renklerin Uygur Türklerine ait olduğunu da söyledi...
Böylece Nevruz devletin üst düzey yöneticilerinin ve bürokratlarının öncülük ettiği bir kutlamaya dönüştü.
Toplumun elindeki bir bayram daha devletin safına katıldı.
* * *
Türkiye’deki Avrupa Parlamentosu Liberal ve Sosyalist Grup Başkanları, ‘sivil toplum’un güçlenmesini önerirken, Nevruz Bayramı kutlamalarındaki değişime de dikkat etseler herhalde çok şaşırırlar.
Türkiye’nin inatla ‘toplumuna güvenmeyen devlet eksenli bir ülke’ olmakta direndiğini, eğer ‘sivil toplum’ örgütlenmesi güçsüzse bunu da hemen gidermeye ve ‘devlet eliyle sivil toplum’ kurmaya hazır olduğunu görürler.
Ne olursa olsun, yeter ki bu millet, ‘devlet’ dururken ülkenin efendisi olmasın... Çünkü ‘sivil toplum’ dedikleri bundan başka bir şey değil”.
* * *
Yukarıdaki yazıyı ilk kez 1997 yılında yazmışım… 12 yıl sonra 2009 tarihinde yeniden yayınlamışım.
İlk yayın tarihinden bu yana 27 yıl geçmiş.
İktidarlar değişmiş, yöneticiler değişmiş, insanlar değişmiş…
Ve Türkiye’de devlet-millet ilişkisinde hiçbir şey değişmemiş.
Bu nasıl olabiliyor?
xxxxxxx
Devletin yüzlerce yıldır genlerine işleyen “denetimi elinde tutma” arzusunu, eğitimi tamamen bu anlayışa göre şekillendirmesini, milletten kendisine görevli devşirmesini bir şekilde anlayabiliyor insan…
Ama bir toplumun hiç mi özgürlük talebi olmaz?
Bir toplum hiç mi hakkını istemez?
Siyasetteki ağırlığını hiç mi özgürlükten, eşitlikten, adaletten yana koymaz?
xxxxxxx
Boynu büküklükteki bu istikrarın sebebi ne?
Çaresizlik mi?
Yoksa devletin gücüyle dağıtılan ranttan bir pay kapabilme umudu mu?
Bu toplum, kendi kurduğu, kendi beslediği, kendi “hizmetkarlarından” oluşan devlet karşısında bu ezikliğini sürdürürse acıdan ve açlıktan hiç kurtulmayacak.
Bu hafta sonu yapılacak seçimlerin sonuçları ne olursa olsun, millet “buranın efendisi benim” demedikçe, özgürlük, eşitlik, barış ve refah talep etmedikçe Türkiye öyle kolayından değişmeyecek.
Mehmet Altan: İlk imzası 15 yaşında yayınlandı. 20 yıl Sabah,6 yılda Star gazetelerinde baş yazarlık ve yazarlık, televizyon programcılığı ve yorumculuk yaptı. 30 yıl boyunca İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yaptı.1993 yılından beri profesör. Yayınlanmış 40 civarında kitabı var.15 Temmuz sonrası Anayasa'nın 19.,26. ve 28. maddeleri yok sayılarak tutuklandı.21 ay cezaevinde kaldı. AYM,AİHM ve Yargıtay kararları ile hak ihlaline uğradığı saptandı. 29 Ekim 2016 tarihinden beri KHK'lı.