Devlet nerede mi?

Hep aynı haykırış vardı. “Nerede devlet?” Devlet oradaydı! Olmayışına duyduğumuz öfke, yaşananların tüm sorumlusu olduğunu bilmemizdendir.

Hep oradaydı diyorum. Tepemizde yani. Acımızın üstünde.

Parmağını gözümüze sokup tehdit eden odur. “Şefkatini” şiddetle göstermekten çekinmeyendir. Çok döver, çok söver, çok bağırır hep. Karakol olur, jandarma olur, polis olur, bekçi olur ve ağır cüssesini bırakır üstümüze.

Koşar adım bir zafer nidasıyla, suçlarının üstüne bayrağını dikip, “bastığın yerleri toprak deyip geçme, düşün altında binlerce kefensiz yatanı” diye çemkirir. Yerin altında olan “incinmesin” demagoji ile, yerin üstünde olanın canına okur.

OYSA NE YERİN ALTINDAKİLER UMURUNDADIR NE YERİN ÜSTÜNDEKİLER

“Devlet nerede?” diye soran ve yarasına dokunsun diye bekleyen halk haklıdır hiç şüphesiz. Elbette çaresizliğine yetişecek, kendisine dokunacak ve tüm gücüyle yanında olduğunu hissettirecek devleti bekler, onun yolunu gözler ama her defasında gözü önüne akar. Halk hep iki gözü yere akandır.

Öfkesi büyür, sonra o öfke yakarışa dönüşür, sonra “Allah devletimize zeval vermesin” sözüyle biat etmeye evrilir. Devletle kavga etmenin bir işe yaramayacağı ve hiçbir şeyin değişmeyeceği duygusu ağır basar ve hesap sorma sahasından hızla çekilerek, kaderin tecellisine sığınır. Bu hal, çaresizliğinin devlet eliyle hızla biat haline çekilmesinin hikayesidir. Bizim hikayemizdir bu.

Kör edildikçe daha çok soyulur halk. Daha çok sömürülür, daha çok muhtaç edilir.

Muhtaç edilen, muhtaç edene böyle susar ve bizler de kendimizi onlardan soyutlayıp, susmuş oluşuna öfkelenip “bir halt olmaz abi” diyerek sivri dilimizle tıslarız üstüne. Gücü elinde tutanların zaferini alkışlamaktır oysa bu.

Kendi yenilmişliğimizi halka yüklemenin rahatlığıyla, “azıcık aşım, kaygısız başım” salınışına hızla geçişimiz arasında yükselen tek şey hep iktidar olur. Başımızı okşayan egolarımızın vaat ettiği “huzur” ise gerçek celladımıza dönüşür. İşte devlet oradadır. Kendi kendimizin celladı haline getirişimizde yani.

Nerede halkın üzerine felaket çökmüşse bilin ki devlet oradadır. Yokmuş gibi olması aldatmacadır bu yüzden. 6-7 Eylül’ü, Maraş’ı, Sivas’ı, 10 Ekim Ankara Gar katliamını hatırlayın. Hep aynı haykırış vardı. “Nerede devlet?”

Devlet oradaydı!

Olmayışına duyduğumuz öfke, yaşananların tüm sorumlusu olduğunu bilmemizdendir. Devlet rantıyla, yağmasıyla ve buna ortak ettiği suç birlikteliğiyle hemen yanı başımızdadır. Onun üstünde yükseldiği rant, yağma, talan, adaletsizlik ise felaketimiz. Çünkü bu devlet halkın değil Ağarların, Cengizlerin ve sırtımıza sülük gibi yapışan rantçıların devletidir. Öyle olmasa bizim değil, onların üstüne çökerdi.

Sırıtan vali olur bazen o,

Bazen “Kaderin planı” diyen ses,

“Not ediyoruz” diyerek “sonra göreceğiz hesaplarını” imasıyla parmak sallayan olur bazen…

En çok hakikati söyleyenlerin canına ot tıkarken görürsünüz onu.

Bu nedenle, devletin ne olduğu gerçeğini içselleştirmek, anlamak için her neyi bekliyorsak, boşuna bekliyoruz.

Çünkü onun ne olduğunu biliyoruz aslında.

İktidarı değiştirmek, yerine bir başkasını koymak bu nedenle hiçbir şeyi çözmeyecek. Değişiyor-muş gibi yapmasına kanmalarımızda saplayacak yine hançerini ve eğer bu gerçeği bilip, ona göre hareket etmezsek, el değiştiren rantın, talanın, yağmanın altında bir kez daha kalacağız.

BİR CÜMLEYE BİR HAYAT SIĞAR MI?

Enkazın altından çıkan kitapların fotoğrafı altında şöyle yazıyordu; “Abimin kitapları çıktı. 17 yaşındayken, 12 Eylül’de 90 gün boyunca işkencelere maruz kalmış, bunun sonucunda bir kolu doğrulmayacak biçimde zarar görmüştü. Üstüne 6 yıl hapislik. Bu devlet abimin gençliğini çaldı, hayatlarımız dağıldı. Sonra çocuklarını, eşini ve onu aldı”

Şimdi “devlet nerede” diye soruyoruz ya haklı olarak bir çoğumuz. Oradaydı diyorum işte bu nedenle. Tam orada, göğsümüzün üstünde oturan koca bir ağırlık o. Adını koymaktan kimimiz kaçıyor, kimimiz bilip susuyor, kimimiz ve azımız ise onu göğsümüzün üzerinden kaldırıp kenara atmak için mücadele ediyor. Ne olduğunu bilen de susan da ona karşı mücadele eden de aynı yeri yumruklamazsa, o ağırlık çökertecek göğüs kafeslerimizi.

DURDUĞU YERLE ÇELİŞEN HER HAL ŞAİBELİDİR

Göğsümüzün üstünde sadece devlet oturmuyor elbette. Yanımızda olduğunu düşündüğümüz ve değer verdiklerimizin, patronların vicdan kumbaracılığına soyunup, iktidarın yardım podyumunda yer alması da ağrı veriyor.

“Hemen şey yapmayalım”, “Kendisini savunma hakkı olmalı”, “Öyle yaptı diye hemen harcanmamalı” şekilsizliğinden uzaklaşıp, yapılan tercihe “ama, fakat” demeden “yeter artık” deme sorumluluğumuz var. “Meşru” kıldığımız her kabalığın, çirkinliğin hayatlarımızı harcanabilir hale getirdiğini anlamalıyız derim.

Biz kimsenin tercihini aklamak zorunda değiliz. Herkes yerini bu ahval içinde bile bilmiyorsa, duygularımızı, duruşumuzu önemsemiyor, korkuluk olmayı bile beceremiyorsa durup düşünmeliyiz. Durduğu yerle çelişen her hal şaibelidir çünkü.

Halkın çaresizliğine çökenlerin kadrajına girmeyi tercih ediyorsa biri ve bunu bilerek, isteyerek yapıyorsa “çek arabanı mahallemizden” demek hakkı doğar hepimiz için.

Bir cümleye sığan o hayat bunu hak etmiyor mu?

Devlet nerede mi?

Her şeyi “meşru” gören, “olur” kılan yanımızda duruyor. Öyle olmasa, suç ortağı yapamazdı hiçbirimizi kendisine.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi