Fadıl Öztürk
Direnmek gülümsemeyi asla unutmamaktır
Taze bir söğüt dalını dudaklarına götürür gibi çalardı flütünü. Dünyayı onunla değiştirmek ister gibi bir inanışla çalardı. Hemen uzanıp hüzne pencere açmayın. Bir gitmişin, bir ölmüşün ardında yazmıyorum bu satırları. Yaşanan bir arkadaşlık sadece bende kalmasın, okuyana da bulaştırmak için yazıyorum. Sonuçta arkadaşlık birbirimize bulaşmak değil midir?
Adı, Yener. Yener mi yener. Sille tokat yol kesmesiyle değil, gülümsemesiyle her şeyin üstesinden gelir Yener. Bir sohbetin olmadık bir yerinde, alıp başını gider, utanır gibi yüzü kızarır, gülümsemesi bütün yüzüne yayılır, gözlerine yer kalmaz, kapanır. Boyundan uzundur Yener'in gülümsemesi. Kahkaha atmaz, gürültü koparmaz, suda ıslanmayan mahcup bir gülümsemedir onunki. Öyle somurtkan, ayda yılda bir gülen bir yüz de taşımaz Yener. 24 saat hazırda bekleyen, an geldi mi ortaya çıkan, işi bitince geri çekilen bir gülümseme yuva kurmuştur onun yüzünde. Aslında onun gülümsemesi serin bir çağlayken anında sararan kızararak olgunlaşan bir kayısı yoldaşlığıdır.
Yener hem çalışan hem okuyan, kimseye yük olmadan hayatını sürdüren bir öğrenciydi. Beyoğlu’nda bir kafede çalışıyordu. Bir arkadaşımın önerisiyle ev arkadaşlığı yapmaya başlamıştım, evin bir odasını ona tahsis etmiş, aslan yattığı yerden belli olduğu için, her gün yatağını toplama zorunluluğu getirmiştim. Zaten soyadı da Bayarslan’dı. Bu zorunluluğa bir müddet uyduktan sonra vazgeçmiş, çokça ironik dokundurmalarıma maruz kalmıştı.
Yener’in evime yerleşmesiyle iki kişi olmamış, arkadaşlarının da gelip kalmalarıyla evdeki nüfus artıp eksilmeye başlamıştı. Furkan Karakaya’da bunlardan biriydi. Köken olarak Karadenizli olmalarından dolayı, zamanında Kazım Koyuncu’nun da bu eve çokça gelip gittiğini öğrenmeleriyle birlikte adeta evi kutsal bir ziyaret yeri olarak algılamışlardı. Kazım’la olan anılarımızı paylaştıkça susup, gözleri parlar biçimde dinlerlerdi. Bu durum, sokakta müzik yaparak hayat basamaklarını tırmanmak isteyen Yener ve Furkan’ın tam da istedikleri bir şeydi. Çünkü onlar da birçok Karadenizli genç gibi Kazım’ın yolundan yürümek istiyorlardı. Zamanla ev bütün yatılacak koltuk vb. yerleri dolan, boşalan bir ev haline geldi. Furkan uzun zaman eve gitmeyince babası Furkan’ı aramış bulmuştu. Bir sabah uyandığımda o güne kadar hiç tanımadığım Furkan’ın babasıyla tanışmıştım. Dini bütün bir adam olarak oğlunun tercihine saygı duyan, kaldığı yeri ve o yerin sahibini merak eden biri olarak damlamıştı evimize. Bana ‘iyi gözle’ bakmadığı için sohbeti başkasına bırakmış, odama çekilmiştim. İnsan insanda merakını giderir olmalı ki, bir daha sabah erkenden çalmadı kapımız.
Üçlü koltuktan taşan Baran’ı da o günlerde tanımıştım. Baran’ın ceddi Sivas’ın Zara’sından Kuşadası’na, oradan da İstanbul’a kadar yollarını uzatarak gelmişti. Baran hem şişman hem gitar çalan, hem de bir gözü tiyatroda olan biriydi, halen da öyle. Yüzünde taşıdığı muzip gülümsemesiyle her an bir espri patlatır gibi dururdu Baran. Ben bir aşk ve evlilikle şehir değiştirince, Baran’la Yener Beşiktaş’ta dört ayaküstüne düşerek bir ev bulup, oraya taşındılar. Beni evlerine misafir etmeyi bekliyorlar. Doğrusu evlerine misafir olup, onların evime yaptıklarının misillemesini yapmayı çok isterim.
Yener vasıtasıyla kemençe çalan Deniz ve solistleri olan Damla’yla yine o evimizde tanışmıştım. Mayalarını ‘devrimcilikten’ alan bu arkadaşların suyu hep dikine gidiyor ve müzik yapan diğer arkadaşlarını bir yere koyarak eleştiriyorlardı. Bu nedenle bir ayrılık yaşamış, yolarını ayırmışlardı. O zamanlar Yener’e ‘Dert etme, zaman onları bugün söyledikleriyle çeliştirir’ demiştim ve zaman üstüne düşeni yapmıştı. Bir müddet sonra Furkan da Yener’i geleceğe hızla yürümediği için eleştirmiş ve yolarını ayırmıştı. Hızlı adımlarla kafasına koyduğu geleceğe doğru koştuğu için Yener’le ayrılıklarına eleştirilerime de pek kulak asmamıştı. Canı sağ olsun, içinde yaşadıkları hayat onlarındı. Nihayetinde bir canlı organizmadır, kendini tekrar etmez, durmadan değişir hayat. Şimdi kim kimin neresinde duruyor bilmiyorum.
Bir ara bana yurtdışından hediye olarak gelen viskilerim birer birer bitince ev cemaatine ‘Hadi bana sormadan içip bitiriyorsunuz, bundan böyle her şişenin dibinde kalan son üç duble benimdir, sakın içmeyin’ uyarısı yapmama rağmen, zamanla son üç dubleye de kastedilmişti. Hatırlattığımda mazeretten çok mahcup gülümsemeleri ortaya dökülürdü. Yani benimle kalan arkadaşlarım bu dünyada hiçbir şey görmedilerse, çokça şişe dibi gördüler evimde.
Yener, durmadan artan ve eksilen arkadaşlarıyla beraber Beyoğlu’nda, vapur ve adalarda müzik yaparak hayatını sürdürüyordu. Hiç tanışmadığım, müzik yapmayı sokağa düşmek olarak anlayan, amacı Yener’i eve bağlayıp bütün işlerini onun boynuna yıkmak olan, bu anlamda annesini dolduruşa getiren bir abisi, oğlunu hep kaygı eden bir annesi vardı Yener’in. Yener eve annesinin kaygılarını gidermek için gider ve dönerdi. Ama abisi annesine Yener’le ilgili durmadan yeni kaygılar üretmekten vazgeçmezdi. Huylu huyundan hiç vazgeçer mi?..
Yener’in de hayalinde benim çoktandır terk ettiğim saksafon çalmak vardı. Neredeyse her gece Japonya’dan Yener’i arayan bir akrabası vardı. Asla yapabileceğine inanmadığımız, bin türlü hovardalığından bahsederken, Yener’e söz verdiği saksafon parasını yollamadığını da hatırlıyorum. Yener’in bir diğer genç akrabası da Şırnak’ta görev yapan bir uzman çavuştu. İzinlerinde gelir Yener’e takılır, bizde kalırdı. Bana bir bakışı vardı ki, hiç unutmam. Sanki ölümün gölgesinden bakıyordu bana. Ben ona ‘Boş ver her şeyi, ölmeye değil, yaşamaya kal’ derdim ama sözüm ona ulaşıyor muydu, bilmiyordum. Yener’den son aldığım bilgilere göre, basmış istifayı sivil hayata geçmiş. Hayat ona kolay gelsin…
Yener flütü yedeğinde, arkadaşlarıyla saksafon çalarak vapurlarda müzik yapıyor hala. Geçenlerde medyaya da yansıyan vapurda müzik yapan gençlere saldırı olayında beni armış bu durum karşısında ne yapmaları gerektiğini sormuştu. Bu tür saldırılar karşısında iyi bildiğimiz işten asla taviz vermemek, müzisyense müzik yapmakta geri adım atmaması, gazeteciyse gerçeği yazmakta ısrar etmesi, mimarsa kentin dokusunu bozmamakta ısrar etmesi, oyuncuysa oyununu sahnelemekten vazgeçmemesi, şairse şiirini yazmakta ısrar etmesi gerektiği ve direnmeyi hayatın bütün alanlarına yaymak gerektiği üzerine konuşmuştuk. Konuştukça telefonun diğer ucundaki Yener’in yüzündeki bulutların dağıldığını ve yerini gülümsemeye bıraktığını hissetmiştim.
Direnmek gülümsemeyi asla unutmamaktır.