Dışarıda gökyüzü...

Altın madenlerinde çalışıyordum Venezuela’da. Burası ise bir aile madeniydi. Çok küçük, bir esnaf lokantası gibi düşünün, sadece iki-üç tencere yemeğin yapıldığı.

Küçük ve dar bir kuyuydu. 10-12 metre kadar derinliği vardı, 2 metre kadar genişliği. Neredeyse birbirimize değiyordu her darbede kazma. Kazma değildi aslında, bir metre kadar uzun bir demirin keskin tarafıydı duvarı yontan, büyük bir keski gibi düşünün ve her darbede biraz toprak döküyorduk yere ve içinde ne varsa işte, taş, platin, gümüş, altın filan.

Altın madenlerinde çalışıyordum Venezuela’da. Burası ise bir aile madeniydi. Çok küçük, bir esnaf lokantası gibi düşünün, sadece iki-üç tencere yemeğin yapıldığı. Bir madenci ailesiydi, karı-koca ve çocuklar ama ufaktılar onlar, çalışamıyorlardı henüz. Büyüyünce madenci olurlardı onlar da kesin ya da tetikçi, mafyaya birilerini vurmak için. Belki Bolivarcı okullara gidebilirlerdi. Kaderi değiştiren şeyler olabiliyor hayatta, daha çok tesadüf bunlar, Chavez de diyorlardı buna Venezuela da. O sıralarda ama…

‘Altın başkaları için bir takı, süs olabilir benim için ekmek parası’ diyordu Senyora. ‘Ben Venezuela’nın ilk kadın madencisiyim’ diyordu. 20 yıldır Altın madeninde kazma sallıyordu. Başka kadın madencilere de rastlamıştım, yerlilerin madenlerinde. Daha gençtiler. Hepsi güzel geliyordu bana yerli madenci kadınların. Boydan boya toprağa bulandıklarından belki. Heykel gibi görünüyorlardı. Kendi topraklarında, yerli rezerv alanlarındaydı onların madenleri. Kuyulardan çıktıklarında bir film sahnesi gibi görünüyordu her şey, her tarafı sisli bir sabah mesela. Sisin içinde var olup kayboluyordu, kadınlar, erkekler, hepsi toprağa bulanmış. Yağmur yağarsa eğer ve her gün yağıyordu mutlaka saat 3 ile 5 arası, parça parça yıkıyordu bedenleri. Herkesin önce omuzları parlıyordu yağmurun altında, terden ve altından olmalıydı bu.

Havada, yukarı insan ve toprak taşıyan tahta çıkrık sesleri oluyordu her zaman ve sanki koptu kopacak çıkrık….

Sonra kısa saplı küreklerle kovaları toprakla dolduruyorduk, taş, platin, gümüş, altın içinde ne varsa işte. Yukarı kovaları gönderirken, oturup, birer sigara içiyorduk. ‘Bugün de bir şey bulamadık’ diyordum ben. ‘Olsun karnımız doyar yine’ diyordu O, ‘Yarın buluruz’

Böyle bir umutla dar bir kuyunun içindeyiz hepimiz, dışarıda gökyüzü…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi