Fadıl Öztürk
Düğmesiz ceket
Erzurum’un bir yerinden gelmiş diyeceğim de değil, bir heyelanla dağından kopup gelen bir kütle olarak sökün edip gelmiş gibiydi. Gelişi normal olmamış, mecbur bırakılmış olmalıydı. Özellikle son otuz, kırk yıldır doğduğumuz yerde yaşlanmamıza izin verilmiyor ya, öyle bir nedenle çıkıp gelmişti Bursa'ya ve çöktüğü yerde kendine ev yapmıştı. Sorsan bir mühendis kadar bilgili sayar kendin, ‘Bir diplomam eksik’ derdi. Dediğine göre şehirlerde arkasız, akraba ve dostsuz yaşamak zormuş. Göçüp geldiği yerdeki akrabalarına haber salmış. Her gelene birer yer kapıp, gece harıl harıl çalışarak ev kondurmuş onlara. Bazen yaptıkları gecekondular zabıtanın zulmüyle yıkılsa da, bıkmamış devam etmişler ertesi gece. Gece bina yapan insanlarımızdandı. Onun sayesinde yerleştiği yer zamanla büyüyerek mahalle olmuş. Onun deyimiyle, yapılan her evde harcı varmış...
Bursa'da bir bankanın tadilatında çelik işi yaparken tanımıştım Ali'yi. Önce Ali'yi, sonra Ali'nin düğmesiz ve iliksiz ceketiyle tanışmıştım. Zamanla ceketi Ali'nin önüne geçecek, onu adıyla değil ceketiyle anar olacaktım. Bu notlarım o günden kalmadır. Kendinin yenilir yutulur biri olmadığı çabasında olsa da, hoş ve bir o kadar da komik bir adamdı Ali. Bazen insanın görüntüsü yanıltabilir insanı.
Mahalleden merkeze inişi köyden kasabaya iniş gibiydi. Süslenir, tıraş olur öyle inerdi kent merkezine. Kente saygısı vardı bir başka deyimle. İnşaata gelir, iş elbiselerini giyer, işine koyulurdu. Muhalifti, hemen hemen her şeye muhalifti, gelip sığındığı şehre muhalifti. Politikadan uzak bir muhalefetti onu o muhalif tavrı. Ağır abiydi, tek kişilik ordu. Kendinden başkasına güvenmezdi. Kendi deyimiyle çalışarak kazandığı ilk parayla terziye gider, kendine bir takım elbise diktirir. Konfeksiyonun milattan öncesinden bahsediyorum. Herkesin bir berberi, bir terzisi, veresiye alış veriş yaptığı bir bakkalının olduğu zamandan. İşte o zaman diktirdiği takım elbisesine ne düğme diktirir, ne de ilik açtırır. Hiç kimsenin karşısında önünü iliklememeyi aklına koyup, ona uygun takım elbise diktiren boyun eğmez biridir Ali.
Bir ellilik boyu, sigaranın sararttığı bıyıkları, ütülenmemiş kumaş gibi kırış kırış yüzüyle, işinin peşinden koşan haliyle bir muhalifti. Evde nasıldı bilmem, ben işyerinde gördüğüm halini anlatıyorum size. Belki de evde iyi bir eş, iyi bir baba ve torunlarını her akşam sevindiren iyi bir dedeydi. Belki de, akşamları evde koltukta değil de yerde oturup, kolunu koltuğa koyarak televizyon izlerken, çayını içen bir aile reisiydi, kim bilir…
Rüzgâr biraz hızlı esse, havalanacak boyda posta ve kilodaydı Ali. Kendisine göre yaman biriydi ve bütün hikayeleri yamanlığı üzerine kurmuştur. Her konuya ilişkin mutlaka bir hikayesi vardı ve o hikayenin baş kahramanı da kendisiydi. Onun dışında kalan herkes figürandı, böyle de filim bir adamdı Ali.
Elma soyar gibi, berberin usturasını kapıp kuru kuru kendini tıraş etmiş, hem de, ‘Yapma, etme’ demelere aldırmadan yapmıştır bunu. Ünü kendisinden önce mahalleye yayılır.
Giydiği ceket düğme yüzü görmüş bir ceket değildir. Kendini bilmiş bileli ceketini iliklememiştir. Savcının, hakimin karşısına önü açık bir ceketle çıkmıştır hep. Ceket ondan, o ceketten yamandır. Cenk elbisesi gibi kullanır ceketini. Sanırsın Orta Çağ şövalyesinin giydiği zırhtır ceket.
Erzurumludur; Adı Ali’dir, oğlunun adı Hüseyin, torunu Zeynel Abidin’dir. Sanırsın peygamberin soyu sopu onun evinde yaşarlar. Ama Cuma günleri camiye gidiyorum deyip, kapıp ceketini çıkıp giden, has Müslümandır Ali. ‘Alevi misin yoksa?’ diye sorulduğunda, gözleri deliğinden fırlar gibi açılır, ‘Haşa abi’ der gibi bakar da, kendisi bile inanmaz kendi söylediğine. Neyi, niçin yaptığını kendisinin dışında kimsenin akıl sır erdiremediği bir adamdır.
Banka tadilatında, has kalıpçı olarak alıp getirdiler inşaata ve o gün tanıdık onu. Ne desen ‘Tabi, tabi...’ der, zannedersin bütün kalıpçılar ondan sonra gelir, Karadenizli kalıpçıları hiç sevmez, onların adı geçince buruşmuş yüzü bir o kadar daha buruşur, aşağılamanın son kertesinde gelir dururdu. Biraz daha ileri gitse yüzü düşer sanırsınız. Keser ve motorlu testere dışında başka bir aleti yoktu, Ali’nin. Motorlu testeresi bozulunca, onu da başkasından ödünç aldığını öğrenmiş, tamire vermiş, yüzünü güldürmüştük. Gürlese de yağdığını gören olmamıştı. Doğduğu topraklardan çok uzaklarda hayatını sürdürmek durumunda kalmış binlerce insanımızdan biriydi, Ali. Hiç birimize anlatmadığı, kendisine sakladığı bir hikayesi olmalıydı.
Yaptığı kalıp tutmayıp sırt verince, kendisi hariç kabahati betondan, tahtadan, çividen bularak, söylene söylene destekler atardı ama nafile, onca beton boşuna giderdi. Patlamış kalıbın başında kendi ölüsünün başında durur gibi dururdu Ali. O an bıçak atsan bir damla kan akmazdı Ali’den. Mesleki bir başarısızlık çok zoruna giderdi. Ve günü gelip, iş hesap kitaba dönünce, patlamış kalıbı hiç hatırlamaz, hesap dışında tutmaya çalışırdı. Bize de ona, o durumu hatırlatma keyfi yaşatırdı. Velhasıl patlayan inşaat kalıbı dışında hiç kimseye zararı yoktu Ali’nin.
İşi bittiği anda, kaşla göz arasında boyalı yumurta topuk ayakkabılarını giyer, boyu beş santim daha uzardı. İş elbiseleriyle değil de, düğmesiz ve iliksiz ceketini giyince kendisinin kendini anlattığı adam olurdu. Cebinde harçlığı varsa, iş çıkışı geldiği gibi kentin kalabalığına karışıp kaybolurdu. Yok, o gün harçlığı yoksa tebdili kıyafet karşı kaldırıma geçer, orada öylece dururdu. Biz de durumunu anlar, ihtiyacını karşılardık. Ama o, aldığı paraya bakmadan cebine sokardı, paranın yüzüne bakmayı sevmezdi Ali.
Aradan geçen bunca zaman içinde ceket mi Ali’yi eskitti, yoksa Ali’mi ceketti eskitti bilmiyorum. Eğer bugüne kadar gereksiz babayiğitliklerle başına bir iş almamışsa, ya da yaşlılık, hastalık kapısını çalmamışsa hala yaşıyordur Bursa'nın o kenar semtinde.