Fadıl Öztürk
Dünümüz, bugünümüz, yarınımız...
Bugün, başlandığında yazmakla sonuna nokta konacak satırdır. Eyerli atına binmiş, kendini tüketmeden asla durmayacak olan, biri diğerine benzemeyen zamanın karanlıklarda kaybolacak pelerinli atlısı bugün.
Herkes doğmakla başladığı, ölmekle bitirdiği hayatında yürüyerek şekillendiriyor kendini. Hayat trafik lambalarında olduğu gibi kırmızı yanınca durulan, sarı yanınca hazırlanılması, yeşil yanınca karşıya geçilmesi gereken bir yol kavşağı gibidir.
Dünümüz kırmızı:
İlk adımını kendimizin attığı, geri dönüp bakıldığında o yola başlayanın dışında kimsenin o izleri göremeyeceği bir patikadır her birimizin hayatı. Doğmakla içine düştüğümüz hayatı ömrümüz el verdiğince yaşanır kılmak; savaşlarla, sınırlarla, yöneten ve yönetilenlerle, bölünüp parçalanarak cehenneme dönmüş dünyayı kaybettiği renklerine yeniden boyama çabasıdır belki de... Bütün bu yol arama çabalarımızda dünyadan edindiğimiz bilgi bize yön verir ama tümü bundan ibaret değildir elbet. Bu yol alışta kişinin hayat hamuru da önemlidir. Kimimiz çoluk çocuğa, yata kata karışıyor bu hayat yolunda; Kimimiz de yola, yoldaşlığa, zahmete talip oluyor. Dünümüz, yaşananların asla unutulmadığı hatırlama kırmızısı...
Elazığ’da ilkokul ve ortaokul boyunca yaz tatilinin başlamasıyla beraber, köye gitmeden on beş gün önce, büyüklerimiz bizden istemediği halde, mahallemizin hemen dibindeki kiremit ocağında kafesçilik yaparak para biriktirirdik. Dersim’deki köyümüze gittiğimizde, daha evimize girmeden kazandığımız parayla yaşlılarımıza sarılı sigara, çocuklara şekerleme götürürdük. Sevinçleri boyumuzu aşıyordu. O yaşlarda çevrilmiş dünya klasiklerini daha okumadan, sevindirmek, sevdiklerimizi mutlu etmek gelip oturmuştu içimize. Yaşlılarımızdan öğrendiğimiz hayat bize yol gösteriyordu. Buradan bakınca dünümüz gül kırmızısıydı...
Adı Devrim Orta Okulu olan okulun son sınıfında, Deni Gezmiş ve Yusuf Aslan bir sürek avıyla takibe alınmıştı. Radyomuz olmadığı için amcamlara gider, radyoya kulağımı yapıştırır, o sürek avını dinlerdim ve bunları komşular duymasın diye de radyonun sesini kısardım. Devletin yaptığı bir radyo yayınını, komşulardan gizli dinlemeyi tecrübe edinmiştim o yaşta. Spikerin sesi hâlâ kulağımda.
Hayatımıza Erivan Radyosunun yayın saatini sabırsızlıkla beklemekle giren radyo daha sonra darbe duyurularıyla bize çevrilen namluya dönüşmüştü. Bugün halka karşı salvolarıyla namlusu asla soğumayan medya yıl yıl büyüyerek oradan bu hale geldi. Dünümüz, bugünleri içinde taşıyan kan kırmızısıydı...
Ücretsiz maç izlemek için akasya ağaçlarına çıkıp Elâzığ Spor maçlarını izlediğim, ağaca dalın taşıyamadığı kadar çocuk çıkınca dalın kırılmasıyla kendimi yerde bulduğum o gün, o kemik ağrıları, o toza toprağa bulanmış halimle futbol aşkım da bitmişti. Şimdi illegal bir Beşiktaşlı olarak görüyorum kendimi. Sebebim zamanında Mahir Çayan’ın Beşiktaş genç takımında oynamasıdır elbet. Dünümüz, kırmızı kart görmüş bir oyuncu...
Bizim köylere dolmuşların kalktığı Yalçın Garajı’nda Sako Mahallesi’ndeki evimize giderken Hüseyin Cevahir’in İstanbul Maltepe’de öldürüldüğüne kulak misafiri olmuştum. Ben herkes gibi miydim? yoksa herkes benim gibi değil miydi? pek farkında değildim. Aklım erdiğince ya da büyürken yaşlılarımızdan edindiğim vicdanla o günlerden bugünlere yola çıktığımı bugün daha iyi anlıyorum. Dünümüz, dışımıza hiç çıkmayan içimize oturmuş bir kırmızı...
Mekaniği sevdiğimin farkına varmış, ortaokuldan sonra Sanat Okulu Motor bölümüne girmeyi kafama koymuştum. Ailem ise kısa yoldan hayata atılmam için yatılı öğretmen okulu sınavlarına girmemi önermişti. Ben hem Elâzığ Sanat Okulu Motor bölümüne, hem de Tunceli Yatılı Öğretmen Okulu sınavlarına ayrı ayrı girerek ikisini de kazanmış, yatılı öğretmen okuluna gitmekte karar kılmıştım. Yaşımız ne olursa olsun, hayat belli zamanlarda bize bazı tercihler sunar. İşte o tercihlerimizdir bizim ileride nasıl biri olacağımızı belirleyen. Çocukluğumdan gençliğime yol alan biri olarak, okuduklarımdan çok kalbime yaslanarak yürüyen biri olmuştum. Dünümüz, kırmızı kalemle çizdiğimiz hayat haritamız...
Sıcak bir aile ortamından yatılı okulun gurbet, soğuk ve yalnızlık kokan ortamına geçişim hiç kolay olmamıştı. Yarı tarafım evde kalmış, yarı tarafım yatılıda okumaya çabalayan olarak ikiye bölünmüştüm. Zorluklar gelip insanın yakasına yapışınca yol arayışlarına girer her insan. O yol arayışlarında, içinden yaşayarak büyüdüğümüz aile ve o toplumun kültüründen edindiğiniz vicdan dışında başkası yol göstermez bize. Bütün o çözümsüzlüğün içinde hayalci yanınız gelip elinizden tutarak sizi ayağa kaldırır. Dünümüz, narın çiçeğinden ayrılmayan ateş kırmızısı...
Genceciktik, hiçbir yere yetişmeyecek yaştaydık. Bir yanımızda Cevahir, bir yanımızda Mahir, bir yanımızda İbo, bir yanımızda Deniz, bir yanımızda Güney Kürdistan’da Sait Kırmızıtoprak vardı. Her biri oldukları yerlerde bir ırmağın gümbürtüsüyle akarlarken, onlara ulaşmamızın bütün yolları devlet tarafından önceden kesilmişti. Biz zulümden sıyrılıp çıkmak, hayalimize bir beden olmak isterken, devletin gözü hep üzerimizdeydi. Dünümüz, bize ‘Dur!..’ ihtarıyla kimlik soran yasak kırmızı...
Bir keresinde Sosyalizmin Alfabesi kitabının okulda olduğunu öğrenmiş, geceli gündüzlü aramama rağmen bulamamıştım. Kiev’deki Adam romanını kapağına Mahmut Makal’ın Bizim Köy romanının kapağını giydirerek okuyabilmiştim. Yanı başımızda kocaman buz gibi suyuyla Munzur akıyorken, biz okuyarak yolumuzu bulmaya ve Munzur gibi çağlayarak geleceğimize akmanın ağız kuruluğunu yaşıyorduk… Dünümüz, Munzur’un her bahar kan kırmızı akması...
İbo’nun Dersim’de yakalandığını fısıltı gazetesinden hemen öğrenmiş, bu kadar yakınımıza sokulmuş bir hayalcinin yakalanmış olması bizi çok yaralamıştı. İbo’nun bedenine kaç kurşun saplanmışsa bizim de bedenimizde o kadar kurşun yarası vardı o tarihten sonra. Yaralarımızı kimseye göstermeden taşımayı o gün orada öğrenmiştik. Divane Şe Husen’e ısmarladığımız çaylar karşılığında dualarıyla İbo’ya yar ve yardımcı olsun istemiştik. Dünümüz, dualarda asla karşılığını olmayan lanet kırmızısı...
O günlerin toplamı bu kadar değil elbet. Baskılar arttıkça tütünden, alkolden geçerek şarkılara sığınıyorduk. Etütlerde sigara içerken nöbetçi öğretmenlere yakalanıp okuldan uzaklaştırılma cezası almak dışında bir başıma parşömen kâğıttan günlük duvar gazetesi çıkarıyordum. Yazmak cezaevinden çok önce, o günlerin bana kazandırdığı bir şeydir belki de. Dünümüz, ‘Aranıyorlar’ başlığıyla gazetelere atılmış sekiz sütuna kırmızı manşet...
Bugünümüz sarı:
Her diktatör halka yaptığı eziyetlerle kendi sonunu getirdi. Ona hayat veren dalın bile tutmaya çalışmadığı, sararak düştü düşecek sarı bir yaprak bugünümüz. Bugünümüz, halktan koptukça beti benzi solmuş bir iktidar sarısı...
Yarınımız yeşil:
Kendilerine ‘Devrimci’ diyen, dünyayı kurtarayım derken bir yanlışlarının bütün doğrularını götürdüğü, iktidar olmanın gücünü toplum üzerinde baskı aracı olarak kullanan toptancı hareketlerin değil; Dünyada bugüne kadar hakkı yenmişlerin, taleplerini kendilerinin belirleyip kendi kurtuluşlarını kendilerinin sağlayacağı, zulümden özgürlüğe götürecek olan yeşil bir yoldur yarınımız. Yarınımız, ormanların gümbürtüsünün başımıza vuracağı, nazlı yârin hayalinin karşımızda duracağı yeşildir...