'Eğer bir cehennem arıyorsak uzun süredir bizimle'.

Anne tarafından Ermeni, baba tarafından dindar bir Kürt. Eski bir imam ve din kültürü dersi öğretmeni. Bir süredir İsviçre’de yaşıyor. İlginç yaşam hikayesini bizimle paylaştı: Bir beden iki ruh gibi yaşıyorum.

'Eğer bir cehennem arıyorsak uzun süredir bizimle'

Bu sözler bana ait değil. Ağustos ayından bu yana İsviçre'de yaşamak zorunda kalan eski bir imam, bir İmam Hatip öğrencisi ve daha birkaç ay öncesine kadar bir din kültür dersi öğretmeni olan M.O'ya ait.

Kendisi anne tarafından Ermeni, baba tarafından dindar bir Kürt.

O da birçokları gibi şu yurt dışına çıkmak zorunda kalanlardan. Ama hikayesi biraz farklı. Başlıktan da anladınız. O bir imam idi. Ama Ermeni bir imam idi.

Bu ilk başta beni şaşırttı. Sürekli olarak Ermeni'den polis olmaz, profesyonel veya üst düzey asker olmaz diye bilirdik biz. Ama o imam olmuştu. Din kültürü öğretmeni olmuştu.

Bu yüzden hikayesini anlatırken dikkat etmeliydim. Hele ki sohbeti seven ve teoloji eğitimi almış, sözlerini süslemeyi bilen biri ile çok daha dikkatli olmalıydım. O yüzden video ile görüştük.

Uzun süre sohbet ettik. Bazı yerlerinde o bazı yerlerinde ben duygulandım. Nasıl sorayım, nasıl doğrudan cevap alayım diye kendimi sıktım.

Sohbet sırasında bazı yerlerde gözünün yaşlandığını fark ettim, lafı ben değiştirdim.

Sonra karar verdik sözü yazıya dökelim diye...

Kendisiyle yaptığımız sohbeti, Ermeni kimliği üzerine düşündüklerini, imamlığını, İslam’a ve Hıristiyanlığa bakışını sizinle paylaşacağım.

M.O olan asıl adının yerine yurt dışında aldığı Sevan Terziyan'ı kullanacağız röportajda. Malum dindar bir aileden geliyor ve babası halen o çevrenin içerisinde. Zaten ağır yük dolu yüreğine bir de biz yüklenmeyelim istedik.

Ha neden mi Sevan Terziyan adını seçmiş. Hikayesini röportajdan okuyacaksınız...

Buyurun Ermeni bir imam ile sohbetimize...

Öncelikle senin hikayenle başlayalım... Nerelisin? Nasıl bir aileden geliyorsun?

Sason’da gözlerimi dünyaya açmışım. Mamam ilçe merkezinde, tekel fabrikasında çalışan, halk arasında “dönme” diye tabir edilen sonradan Müslümanlaştırılmış hay (ermeni) bir ailenin kızıydı. Peder bey de civarda hayli meşhur bir Kürt aşirete mensuptu. Mamam, ilk gençlik yıllarını ilçe merkezinde geçirmesine karşın babam köyde yetişmişti. Zaman zaman bunun yaşattığı fikir ayrılıklarını çocuk olmamıza rağmen gözlemleyebiliyorduk. Mamamın dini meselelerdeki mesafeli tavrı karşısında babam her zaman daha ciddi ve özenliydi.

Milliyet ve din konularıyla ilgin alakan nedir? Ermenilik ailede yaşanan bir kimlik mi?

Herkes gibi ben de ilk çocukluk yıllarımda etnik kimliğim ile tanıştım. Benim çocukluk yıllarım trajik bir şekilde ayrılıkçı Kürt gruplarının devlet ile şiddetli çatışmalara giriştiği ve çatışmaların özellikle yaşadığımız bölgede tırmanışa geçtiği dönemlere denk geldi. Ardı arkası kesilmeyen bir şiddet sarmalının içinde bir yandan devletin resmî ideolojisi ve sert baskısı, diğer yandan da Kürt gruplarının yoğun propagandası vardı. Devletin kendisi dışında kalan bütün ötekilere karşı yürüttüğü nefret dilinin alternatifi o dönem Kürt hareketinin; biraz da muhatap kaldığı şiddetten hareketle, katı bir lider kültü çerçevesinde inşa ettiği, hayli sert bir retorikti. Bütün bu anlatının içinde bir köşede mamamın haylığına dair gri bir hikaye de duruyordu. Bu hikaye benden ve kız kardeşimden itina ile gizlenmişti. Bu gri alana girmemiz hayli uzun bir zaman aldı. Bu anlamda Ermenilik benim için uzun bir dönem kapalı bir kutu olarak kaldı.

'KENDİMİ İMAMLIK VE DİN KÜLTÜR ÖĞRETMENLİĞİNDE BULDUM'

Din ve dindarlık ve sonrasında imamlığa kadar giden yolu bize anlatır mısın?

Geriye dönüp baktığımda birçok şey konuşulabilir ama burada ben kendi kişisel hikayemin şekillenmesinde herkes gibi çevresel faktörlerin daha güçlü olduğunu gözlemleyebiliyorum. Demin zikrettiğim anlatının içinde, taşrada yaşayan yarı Kürt yarı Ermeni bir hikayenin aktörü olarak benim için belki de salim diyebileceğim tek kıyı dindarlıktı. Kuvvetle muhtemel babamın da bunda çok etkisi oldu. Onun zorlamasıyla imam hatip lisesi ile başlayan süreç, sonradan teoloji fakültesine doğru evrildi. Teoloji fakültesini okuduktan sonra doğal olarak imamlık ardında din kültürü öğretmenliğinde buldum kendimi.

Hıristiyanlığa ve diğer dinlere bakışın nasıl? Bunu okurlarımıza anlatmak, onların seni daha iyi anlamasını sağlayacaktır.

Bu soru benim için çok zor bir soru. Burada mümkün olduğunca samimi olmaya çalışacağım. Bugüne kadar hiç olmadığı kadar içimdekileri dökmeye çalışacağım. Bütün bir hayatım boyunca bu sorudan kaçmaya çalıştım. Yine kaçmaya çalışırım belki. Hatta Fransızların dediği gibi 'el yükselterek kaçayım' izninle. Kuşkusuz dini tecrübe insan hayatı için çok özel bir yere sahip. Sanat, mimari, şiir, musiki ve daha birçok yerde insanlık en yüksek seviyede ve derinlikte eserlerini dini tecrübeler üzerinden verdiler. Ama benim burada asıl vurgulamak istediğim şey bu değil. Ayasofya, Isfahan Cuma Camii, Floransa Katedrali, Baalbek, Aziz Sarkis Katedrali ya da Ahtamar olmasaydı, yani insanın kutsal ile kurduğu ilişki onu harikulade sanatsal yapıtlar yapmaya kabil bir hale getirmeseydi de benim için değişen bir şey olmayacaktı.

Durumu biraz daha ciddiye almak gerekir; burada derin bir sezgiden ve varoluş sancısının bizi sürüklediği namütenahi bir anlam dünyasından söz ediyoruz. Benim için bu çok büyük bir anlam ifade ediyor. Doğayı, cisimleri bildiğimiz anlamda temas ettiğimiz her şeyi anlamlandırmak kadar, yani en az bizim kadar eski bir dünyadan bahsediyoruz. Buraya kadar gelmişken biraz daha ilerleyeyim ahparig. Bir tanrı var mıdır? Bunu bilmiyorum, bütün samimiyetimle ve kelimenin tam anlamıyla bilmiyorum ama içimde çok büyük bir şey yüce bir yaratıcının varlığını dair beni baskılıyor. Bir tanrı olmalı ahparig eğer bir tanrı yoksa hiçbir şeyin anlamı yok. Ben bu yokluktan korkuyorum, ben acılarımızın yankılanmadığı bir yokluktan korkuyorum.

Genocide'den çok büyük bir felaket ama o felaketten daha büyük bir felaket varsa o da bu acının tekabül etmediği bir yokluktur. Tanrı’nın varlığı benim için sarsılmaz bir temel ve eğer tanrı yoksa o zaman var olmayan bir temelin üzerinde bizi büyük bir hiçlik bekliyor. Ben hiçliği arzulamıyorum ahparig! Hiçlik benim için hiçbir zaman arzulanan bir şey olmadı.

HIRİSTİYANLIK

Buradan Hıristiyanlık ile ilgili düşüncelerime geçeyim. Benim içim Hıristiyanlık inanmak istediğim yaratıcıyı müşfik, merhameti engin ve salim bir zemine taşıyan şeyin adı. Burada en başından beri etkilendiğim derin metaforlar var; Meryem ana, Jesus’ın kendini feda etmesi bunlardan bazıları. Hıristiyanlığın müntesipleri, tarihi seyrinde kurumsallaşan bütün yapılar gibi doğal olarak birtakım hatalar ve kötülükler yaptılar ama benim için Hıristiyanlık hâlâ özünde saflığı ve temizliği ifade ediyor.

Yaşadığın, çocukluğunun, gençliğinin geçtiği yerde dini kimlikler ve Ermenilik nasıl yaşanıyordu?

Doğduğum yerde sınıf yapısını uygun yani taşralı bir dindarlık anlayışı yaşanıyordu. Buna bir de Kürt şehirlerinde o dönemde bugünkü kadar güçlü olmasa da merkezi hükümetin kontrolünün dışında, geleneksel eğitim veren dini kurumları ekleyebiliriz. Bu kurumlarda yetişen din adamları çok bağnaz ve gelenekçi olurlardı, yerel halk, devlet tarafından atanan dini adamlar yerine daha çok bu kurumların tornasından geçen mollalara itibar ederlerdi. Bir nevi Taliban medreselerine benzetebiliriz bunları. Aslında yaşadığımız şey bir köylülük, taşralılıktı, yani geleneksel inançların şekillendirdiği biraz da medrese dediğim manastır tarzı kurumlardan yetişen din adamlarının şekil vermeye çalıştığı bağnaz, gerici, şekilci ve ilkel bir dindarlaşma biçimiydi. Ermeniliğin nasıl anlaşıldığına gelecek olursak; açıkçası insanlar Türkiye’nin neredeyse her yerinde olduğu gibi indirgemeci ve ötekileştirici bir anlayışa sahiptiler.

Sason çok eski bir yerleşim yeri olmasına rağmen yerlisinin olmadığı bir yer. Daha doğrusu yerlilerinin özenle “kazındığı” bir mekan. Kasabanın yeni sahipleri kendilerinden önceki ev sahiplerine karşı vefalı davrandıklarına dair hiçbir şahitliğim olmadı maalesef. Yakın zamanda taşını toprağını, çeşmesini tarlalarını yaratan, güzel bağlarından üzüm toplayan ve en yüksek tepelerine nadide eserler bırakan bu halkın artık adı bile anılmıyordu. Geride kalan ve Müslümanlaştırılmış Ermenilerin ise hiçbir zaman Ermeniliği yaşamak gibi bir talepleri olamadı. Zaten çoğu “sabıkalı” geçmişlerinden kurtulamadıkları için devletin ve yerel halkın içinde imtiyazlı kesimlerin denetiminde hayatlar yaşıyordu.

Bugün seni İsviçre'ye getiren şartlar nasıl oluştu?

Tarihin garip cilveleri vardır. Bazı yerlerde ortaya çıkan sosyal ve siyasal hadiseler insan haysiyetinin ve onurunun artık tahammül edemeyeceği bir eşiğe gelince orda yaşayan insanlar kendi hikayelerini sürdürebilmek için başka diyarlara gitmek isterler. Bu genel kaideyi bir tarafa bırakıp benim için özel nedenlere geçmeden önce bence bundan önce sormamız gereken soru şu olmalıydı: Bunca zamandır seni burada yaşamaya zorlayan nedenler nelerdi? Birbirinden çok farklı gözüken ama iç içe geçmiş, sürüyle paradoksun küçük bedenlerimize yüklendiği, bizim de bu gerçeklik ile yaşamak zorunda kaldığımız hikayelerin aktörleriydik. Benim ilk gençlik yıllarım bugün içinden geçtiğimiz siyasi atmosferden çok farklı bir seyirde devam ediyordu ve sanırım bizden önceki kuşaklardan farklı olarak ilk defa ağzımıza bal sürülmüştü.

15 TEMMUZ VE TAHKİKATLAR

Uzun süre bu tatlı düşten uyanmak istemedik. Kürt meselesi etrafında ilerleyen süreç ne yazık ki akamete uğramış ardından gelen darbe girişimi sonrasında adeta Hitler Almanya’sının inşa sürecimde parlamento binasında çıkan ve Reichstag yangını olarak bilinen o meşhur hadiseye benzer bir sürece girdik. Nasıl ki Naziler ve Hitler. Reichstag yangını sonrası sosyal demokratları, komünistleri ve Yahudileri suçlayıp zulümlerini başlatmak için bir bahane olarak kullandıysa Erdoğan rejimi de, Türkiye’de aynısını yaptı. Milyonlarca kişi tahkikattan geçti, on binlerce insan kanun hükmünde kararnameler ile işlerinden atıldı, binlerce insan gözaltına alındı, tutuklandı.

Aydınlar ve gazeteciler hapse atıldı. Topyekün bütün ülkede olağanüstü hal şartları geçerli kılındı. Ben belki de bunu kabullenmekte uzun süre direndim. Neden bu kadar direndim bilmiyorum ama belki Sasonlu olmamın bunda bir etkisi vardır. Bilirsin ahparig bizimkiler biraz zor ikna oluyor.

Yanı başınızda tüm bunlar yaşanırken siz de kendinizi tehdit ve baskı altında hissediyorsunuz maalesef. Ben de benim gibi muhalif olan bir çok arkadaşım gibi darbe girişiminde sonra bir takım tahkikatlar ve soruşturmalar geçirdim. Zamanla çoğu kapanmasına rağmen çalıştığım kurumlarda idareciler ile sürekli problem yaşıyordum. Sanırım bu bizim fişlendiğimiz anlamına geliyordu. Birkaç kere eylemlerde sivil polisler ile problem yaşadım. Beni bekleyen tehdit sadece muhalif bir kimliğe sahip olmam değildi. Ben “içerden” biri sayıldığım için ve şayet “ifşa olursam” muhatap kalacağım şiddetin ölçüsünü kestirebiliyordum. Bardağı taşıran son damla ise hakkımda sosyal medyada neredeyse kapı numarama kadar paylaşılan bilgiler ve açıklamalar oldu. Türkiye'de hatırı sayılır büyük bir dini cemaatin sayfalarından yapılan bu paylaşımlar benim kripto Ermeni olduğum ve İslam değerleri ile alay ettiğim yönünde suçlamalarda bulunuyordu. Bunları görür görmez vakit kaybetmeden ülkeyi terk ettim.

Din görevlisi (İmam) olarak çalıştığın dönemde ailenden ki Ermeni kimliği nedeniyle sorunlar yaşadın mı?

Bunu uzun süre gizledim ama bir yerlerde ortaya çıktı, ne oldu nasıl buldular bilmiyorum. Çalıştığım yerin müftüsü bir gün beni odasına çağırıp kilisede göründüğüme dair bir şikayet aldığını söyledi. Ben de bir cenaze için gittiğimi söyleyince şaşırmıştı. Ermeni akrabalarım olduğumu söyleyince daha çok şaşırdı, son olarak mamamın Ermeni olduğunu söyleyince hepten şaşırdı ve beni çalıştığım camiden başka bir yere gönderdi. Böyle bir bilginin bilinmesi sizi zaten rahatsız etmeye yetiyor. Demokles'in kılıcı gibi başınızda duruyor.

“BİR BEDEN İKİ RUH GİBİ YAŞIYORUM”

Aynı bedende iki ruh yaşadığını söylemiştin sohbetimizde. Bunu biraz anlatır mısın?

Yıllar önce katıldığım bir terapide psikoloğum “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorunca ben de ona “bir beden iki ruh gibi yaşıyorum” demiştim. Bir ruhum; insanlara gösterdiğim, toplumun bana biçtiği ve beni şekillendirdiği diğeri ise benim herkesten gizlediğim, özenle sakladığım bir ruhum vardı. Herkesin gördüğünden ve şahit olduğundan farklı, gizli bir kimlikle, isimle adaştım ama bu bana zarar verebilirdi. İnsanın bağrında gizlediği ve izhar olursa zarar göreceği bir bilgi ile yaşaması bir taraftan yıpratıcı bir şey. Bunun için bir beden iki ruh diye tarif ettim bu durumu.

EV BASKINLARI

Yurtdışına çıkmaya nasıl karar verdin?

Kırılma noktası dini grupların nefret söyleminin hedefine yerleşmem olabilir. Bu beni öteden beri korkutan bir şeydi ve evet korkunun ecel faydası yokmuş onu da gördük. Kripto Ermenilik ile suçlanıyorsunuz bir de İslam dininin kutsallarına ve Türk milletine hakaret ettiğiniz iddia ediliyor. Yani tam anlamıyla bir linçe tabi tutulma hazırlığı var. Bu süreçte özellikle kız kardeşim Emine T. beni vazgeçirmek istedi ama ben ayrıldıktan sonra eve baskın yapan polislerin baskısı karşısında o da neye uğradığını şaşırmıştı. Zaten kendisinin de fikir değiştirmesine neden oldu bu olay. Polisler sürüyle hakaret ve tehdit ediyorlar. Kuvvetle muhtemel emniyet içinde özellikle son yıllarda yerleşen muhafazakar eğilimli polisler.

“APAR TOPAR İHRAÇ EDİLDİM”

Hakkında yapılan şikayetler ne zaman başladı? Sebepleri neydi? Gerekçe ve davalar neler?

Açıkçası hakkımda şikayetler ne zaman yapıldı net olarak ben de bilmiyorum, avukatım gerekli belgelere ulaşmaya çalışıyor. Bir ihbar olduğu kesin ama hangi “suçla” itham edildiğimi savcının hazırladığı iddianameden biliyoruz. Türkiye’de öteden beri muhaliflerle ve özellikle gayrimüslimlere yönelik birtakım işlevsel yasalar var. Bunlardan bir tanesi senin de çok iyi bileceğin Türk Ceza Kanunu'nun 301 numaralı yasası. Yani Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milletini aşağıladığım iddia ediliyor. İlaveten Türk Ceza Kanunu'nun 216 sayılı yasası. Yani halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiğimi iddia ediyor savcı bey. Savcı bey iki suç daha isnat etmiş benim kutsala ve cumhurbaşkanına da hakaret ettiğimi eklemiş. “İşlediğim suçlara” delil teşkil eden şey ise savcılığın ifadesiyle “ne zaman yazıldığı bilinmeyen sosyal medya paylaşımları.” Yani bu paylaşımların ne zaman yapıldığı dahi bilinmiyor. Emniyet ve adliyede bu süreç devam ederken çalıştığım kurumdan apar topar ihraç edildim.

Türkiye'deki din kültür ve ahlak bilgisi eğitimi ile ilgili düşüncelerin nelerdir? Bu sistemin daha iyi bir hale gelebilmesi için neler yapılmalıdır sence?

Zorunlu din dersi sorunu Türkiye'nin 12 Eylül'den bu yana kronik tartışma başlıklarından biri. Anayasa'nın konuyla ilgili hükmü şöyle: “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır." Cunta anayasasının kucağımıza bıraktığı bu anti demokratik uygulama beraberinde sürüyle problemi de getirdi.

Arzu edenler google'dan zorunlu din dersi başlığı altında küçük bir sorgulama yapabilirler. Benim burada en temelde yaklaşımım devletin vatandaşların din ve inanç hürriyetine hiçbir şekilde müdahil olmaması gerektiği yönündedir. Devlet; dinin, inancın, cinsel yönelimlerin özetle bireyin kendisini ilgilendiren hiçbir meselede kendi resmî görüşünü dayatamaz. Burası bireyin kendisine ait mahrem bir alandır ve başkasını rahatsız etmediğiniz müddetçe kimseyi hele devleti hiç ilgilendirmeyen bir meseledir. Bugün insanların dini eğitimlerinin nasıl olması gerektiğine dair bir uygulama başlatırsınız, bir sonraki gün nasıl giyinmesi gerektiğine dair fikir beyan edersiniz, başka bir gün ise cinsel tercihine müdahil olabilirsiniz. Çok geçmeden ellerinizde siyah flamalar ve bandolar ile yobazların insan haysiyetini ve onurunu ayaklar altına alan ortaçağın o karanlık günlerinde bulursunuz kendinizi.

Adını değiştirdin. Bu röportajı seninle Sevan Terziyan olarak yapıyoruz. Bu ismi seçmenin sebebini anlatır mısın?

Bu ismi seçmemim özel bir nedeni var. Genocide'den önce büyük babam kumaş işi ile iştigal ediyormuş. Soy isim oradan geliyor. Sevan da bizimkilerin Genocide'de kaybolan küçük kardeşleri.

1915 HİÇBİR ZAMAN BİTİP GİDEN BİR HADİSE DEĞİLDİ

Her ailenin bir 1915 anısı ve aile içerisinde anlatılan bir hikayesi vardır? Seninki neydi?

XX. y.y. ilk çeyreği en az herkesinki kadar derin ve acı geçmişti. Genocide'den kurtulan ilk nesil yani büyükbabam ve kardeşi bu konuları konuşmak istemiyorlar, siz sormadıkça kimse size bir şey anlatmıyor. Anlattıklarından bize arta kalanlar da büyük üstâd Marc Nişanyan’ın ifadesiyle “kendi ölümlerinin tanıklıkları” olmuş. O dönemde çocuk yaşta oldukları için şahit oldukları vahşetin fragmanlar şeklinde biçimsiz tasvirlerden müteşekkil beyanlar diyebiliriz. Bizimkiler için yani “arta kalanlar” için 1915 hiçbir zaman bitip giden bir hadise değildi, bunun üzerinde yeteri kadar durulduğunu düşünmüyorum.

1915 sonrası yaşananlar, modern cumhuriyetin inşasına eşlik edip 6-8 Eylül hadisesinden 12 Eylül ihtilaline, doksanlı yılların karanlık dehlizlerinden günümüze kadar süregelen bir süreç var. Ermenilerin cehennemi geçmişte var olmuş bir şey değil. Hayır gelecekte var olacak bir şey de değil. Eğer bir cehennem arıyorsak uzun süredir bizimle. Her gün içinde yaşanılan, havası teneffüs edilen ve durmadan kendini yineleyen bir cehennem bu. Bu cehennemde yaşamak sürekli bir dikkat ve eğitim gerektiriyor. Cehennemin içinde debelenip durarak failin nefesini ensenizde hissederek yaşamak. Tabi buna yaşamak denilirse.

Şimdi ne yapacaksın?

Açıkçası şimdi ne yapacağım bilmiyorum. Burası benim için yeni bir başlangıç. Ben umuda inanıyorum. Savaşın, gericiliğin, faşizmin ve totalitarizmin gemi azıya aldığı bir dönemden geçiyoruz. Burada herkesin üzerine düşeni yapması gerekiyor. Bana göre bunun en önemli yönü de eylemsellik. Burada hareket halinde olmaya, muhalefet etmeye ve kötü şiirler yazmaya devam edeceğim.


Aris Nalcı: 1998'de Agos'ta, Hrant Dink ve arkadaşlarıyla çalışmaya başladı. Haber müdürlüğü, editörlük ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. İMC televizyonunda programlar sundu ve bir süre haber müdürlüğü görevini üstlendi. Aynı dönemde Türkiye'de azınlıklarla ilgili ilk program olan Gamurç - Köprü'nün editörlüğünü ve sunuculuğunu yaptı. Programa halen ARTI TV'de devam ediyor. Birçok sivil toplum örgütünde azınlık hakları ile ilgili çalışmalar yaptı, sergi ve raporlar hazırladı. 1965 kitabının editörlerinden biridir, Evrensel ve Kor yayınlarından çıkan Paramazlar adlı kitabın ise çevirmenidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aris Nalcı Arşivi