Koray Düzgören
Erdoğan’ın ulus devlet faşizmi ile dansı
‘Görülen acil lüzum’ üzerine Tayyip Erdoğan, Atatürkçülüğe doğru keskin bir dönüş yaptı. Adını bile anmadığı Atatürk’ten övgüyle sözetmeye başladı, 10 Kasım’da Anıtkabir’deki anma törenine gönüllü katıldı.
Onunla birlikte bütün AKP yönetici takımı ve yandaş propaganda aygıtları da biraz zorla da olsa frene bastılar ve hep birlikte aynı yöne doğru hamle ettiler.
Atatürk dönemine, o dönemin tek parti rejimine güzellemeler döktürüyorlar.
Yazarları, "Ne yani biz de Atatürkçü olamaz mıyız?" deyip kendilerini küçümseyen ulusalcılara, Kemalistlere çıkışıyor.
Tabii Atatürkçü kesimde de tartışmalar var.
Bir kısmı Atatürk’ten oldum olası nefret eden, memleketin başına ne musibet geldiyse onu Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimlerden bilen bir kesimin şimdi Atatürk’ü sahiplenmesini kabul edemiyor.
Hele bazıları, AKP iktidarının laikliğe taban tabana zıt, aykırı işlemlerine, Kemalist devrimlerin içini boşaltan uygulamalarına bakıp ,"Gidin işinize, Atatürkle oynamayın" diye tepki gösteriyor.
Bunu, AKP’nin oylarındaki gerilemeye bağlayanlar var.
Saray’ın yazarları sanki bu yaklaşımı doğrulamak istercesine konunun altını çiziyorlar. Medyaya, yandaş kamuoyu araştırma şirketlerinin bazı sondaj sonuçlarını sızdırıyorlar.
Aslında son günlerde alevlenen bu tartışmanın kökleri biraz daha geriye dayanıyor. Kendisi aleyhine olan neredeyse her olaydan mağduriyet çıkarıp propaganda malzemesi olarak kullanmak Erdoğan ve çevresinin neredeyse en iyi bildiği konu. Bir süredir de dış politikada üstüste yediği darbeleri, iç politikada "yerli ve milli" diye pazarlıyor. Kalemşörleri de Erdoğan’ın dünyada neredeyse hiç bir ülke tarafından ciddiye bile alınmamasını AKP seçmenine "emperyalizme kafa tutan adam" diye satıyor.
İşin ilginç yanı, bazı ulusalcılar da bu çerçevede yazılar döşenmekten geri durmadılar. Erdoğan’ın, özellikle Rusya-İran eksenine dönüş yapıp Batı’ya, ABD’ye ve Avrupa’ya kafa tuttuğunu bunun bir anti emperyalist tavır olduğunu vurguladılar.
Bunu, Atatürk’ün emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş savaşı vererek Cumhuriyet’i kurması ile kıyaslayanlar bile oldu.
Neyse ki, bu saçmalığa karşı çıkan, Erdoğan’ın anti emperyalizmle bir ilgisinin olamayacağını söyleyen sağduyulu yazarlar da oldu. Onun dünyanın en gerici sermaye çevrelerinin peşinden giden, attığı her adımın emperyalistlerin ve uluslararsı sermaye çevrelerinin çıkarlarına uygun davranan pragmatist bir siyasetçi olduğunu yazdılar.
Ben de o tarihlerde bir yazı yazarak, Rusya’nın kucağında anti emperyalizm yapılamayacağını anlattım. Türkiye’nin dış politikasında ve özellikle Suriye konusunda büyük güçlerin izni olmadan adım atamadığını, Suriye’de ABD ve Rusya’nın izni dışında adım bile atamadığını vurguladım. (https://www.artigercek.com/rusya-nin-kucaginda-anti-emperyalizm)
ULUS DEVLETİ ELEŞTİRMEKTEN KUTSAMAYA
AKP’nin ilk yıllarına bakmakta yarar var.
14 Ağustos 2001 tarihinde kurulup katıldığı ilk seçimde, yani 2002’de iktidar oldu.
Kuruluşundan itibaren de belki açıktan ulus devlete vurgu yapmadı ama vatandaşını ezen, otoriter Kemalist devlet anlayışına karşı olduğunu açıkladı.
Bürokratik ve oligarşik vesayetle mücadele edeceğini söyledi.
Vatandaşları, devletin tahakkümüne karşı koruyacağına söz verdi.
Biraz içinde bulunulan siyasi ve ekonomik kriz şartları, biraz da bu söylemler nedeniyle seçimden birinci parti olarak çıktı ve iktidara geldi.
Tabii şimdiki duruma baktığımızda o tarihlerde, o şartlarda verilen sözlerin, edilen lafların hiçbir değerinin olmadığı ya da o lafların samimiyetle bir ilgisinin bulunmadığını artık herkes çok iyi biliyor.
Gelinen nokta, Erdoğan’ın her fırsatta tekrarladığı, tek devlet, tek, millet, tek bayrak vb. tekçi anlayışının geçerli olduğu bir tekçi yönetim oldu.
Erdoğan, devlete yerleştikten sonra ne baskıcı devleti sorguluyor ne de vesayetten şikayet ediyor.
Evet, askeri vesayet belki şeklen sona erdi ama artık partileşen bir devlet bürokrasisinin vesayeti söz konusu. Bu vesayet de Erdoğan tarafından kullanılıyor.
Ve artık devletin demokratikleştirilmesi hatta yerel yönetimler için yerinden yönetimin hayata geçirilmesinden söz eden yok. Tam tersi, her alanda aşırı bir merkezileşme söz konusu. Kulislerde Erdoğan’ın bir bahane ile yerel yönetim seçimlerini yaptırmayacağı, yerel yönetimleri atanmışlar aracılığıyla tek elden yönetmek istediği konuşuluyor.
Giderek en küçüğünden en büyüğüne bütün devlet meseleleriyle, hatta toplumsal yaşamla ilgili kararlar tek adam tarafından alınıyor.
Bu kararlarla ilgili en ufak bir eleştiri, itiraz, denetim söz konusu bile değil.
AKP’NİN DESPOTİK, TEKÇİ ULUS DEVLETİ
1923’te kurulan ulus devlet bugün daha da güçlü bir şekilde kendini hissettiriyor.
Ulus devletin bütün despotik yaklaşımları bugün AKP eliyle yaşatılıyor.
Yönetim mekanizmasının bütün güçlerini kendisinde toplayan ve her sözü neredeyse kanun olarak uygulanan bir despot var.
Fakat ülkenin yarısından çok daha fazlası ona karşı.
Karşısındaki bu direnci bir türlü kıramıyor. Kendisine yönelik desteği giderek yitiriyor, artık yüzde 50’ye hilelerle bile ulaşması mümkün görünmüyor.
AKP, ilk kez iktidar olmasını İslamcı tabanın yanısıra Avrupa yanlısı söylemleri, ekonomide de siyasette de liberalizmi savumasına borçlu.
Ancak, kendisine oy ve iktidar sağlamaktan başka bir politika bilmese de bu liberal söylemler hiç bir zaman Erdoğan tarafından benimsenmedi. Örneğin Kürt meselesinde devletle PKK arasındaki görüşmeler sürerken bile nefret dilinden hiç vazgeçmedi.
Özgürlükler konuşulduğunda da onun söylemi her zaman istibdattan yana idi. Yani, liberalizm gömleği AKP’ye ve Erdoğan’a hiç bir zaman uymadı. Vesayetten şikayet etti ama vesayeti ülkenin bütün kurumlarına yaydı. Bu da yetmedi. Şimdi tek adam diktatörlüğünü sağlamlaştırmak için desteğe ihtiyacı var, geriye yönelebileceği tek kesim olarak Kemalistler kaldı. Ne de olsa yerlilik ve millilik konusunda bir uzlaşma zeminleri de var. Saray’ın yazarları bu görüşü parlatıyor, Atatürkçüler ve Kemalistlerin baştacı ulus devlet kavramı yeniden piyasaya çıkartılıp, kutsanıyor...
AKP’nin kurmayları, iktidarın sözcüleri artık ulus devletin en ateşli savunucuları haline geldi.
Bunlardan biri dikkatimi çekti.
Avrupa Bakanı Ömer Çelik, 12 Kasım’da Van’da yapılan Helsinki Politika Forumu toplantısının "Bölgemizde Fırsatlar ve Zorluklar" başlıklı oturumunda yaptığı konuşmada "Ulus Devlet’lerin güçlendirilmesi gerektiğini" söylemiş.
"Her şeyden önce, bölgemizdeki devletlerin toprak bütünlüğü ve ulusal birliklerinin altını kuvvetle çizmek zorundayız" demiş.
"Kapsayıcı toplumlar ve işleyen yönetimler inşa etmek suretiyle ulus devletlerin güçlendirilmesi vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Kalkınma ve barış, birbirleri üzerine inşa edilebilir ve birbirlerini besleyip güçlendirir." diye devam etmiş.
Ve eklemiş, "Her etnik grubun ayrı bir egemen devlete sahip olması fikri, özellikle bugün karşı karşıya olduğumuz siyasi ve ekonomik küresel sınamalar da dikkate alındığında, yıkıcı sonuçları olan bir fanteziden öteye gitmemektedir."
Şu söylediği ise daha ilginç: "Mezhep temelli ayrımcılık, özellikle bu bölgede istikrarsızlığa giden yolun taşlarını çok hızlı biçimde döşüyor ve ulus devletin altını oyuyor."
Ömer Çeliği 90’lı yıllardan tanırım. Ulus devlete hararetle karşı çıkan bir kişiydi. Şimdi baskıcı, ayrımcı ve farklılıkları bekası için bir tehdit olarak gören ulus devleti savunuyor.
Çok kültürlülüğün geçerli olduğu, yerinden yönetim ve demokrasinin yaygınlaştığı bir ülke yerine bütün yetkilerin tek elde, tek erkte toplandığı bir despotizmi öngörüyor.
Hatta despotizm de değil. Artık ülkede adım adım ırkçılık temelli İslami bir faşizm yerleştiriliyor. Bunu Erdoğan’ın, "Müslüman çocuklara çok çocuk yapın" çağrısında açıkça görmek mümkün. Erdoğan bu çağrıyı yaparken Kürt kadınlarının büyük çoğunluğunun da Müslüman olduğunu unutmuş olamaz. Dolayısıyla çağrısı acıkca Türkçü-İslamcı bir söylem içeriyor.
Yerleştirilmeye çalışılan Türkçü-İslamcı faşizme karşı çıkanlara da ulus devlet faşizmi alternatif olarak sunuluyor.
Atatürkçülüğe ve Kemalizme dönüş manevrası aslında, Kemalist ulus devleti savunanlarla İslami faşizm çizgisini biraraya getirmeyi amaçlıyor.
Atatürkçüler, Kemalistler güncel deyişle, bunu yerler mi?
Şimdilik yememiş görünüyorlar. Ama belli olmaz...
Karşılarına haklarını arayan Kürtler ve diğer kesimler çıkınca ne yapacaklarını görürüz.