Şahap Eraslan
Konuğun yüceltilmesi
Bazı kişiler, kültürlerini yüceltebilmek için konukseverlikle övünür ve bu kültürel özellikten ötürü de kendilerini başka kültürdeki insanlardan daha değerli ve üstün sayarlar. Etnolojide konuksever ve konuk düşmanı kategorileri yoktur. Bazı kültürlerde rastlanan kanibalizm konuk düşmanlığından ötürü uygulanmaz, yani kanibalizmin nedeni konuk düşmanlığı değildir. Konukseverlik, yabancı/öteki madalyasının yüzleri gibidir. Yabancıyla ilişkileri düzenlemeyi tanımlamak için kullanılan kültürel/kişisel özelliktir. Bir tür pozitif ırkçılıktır.
Kendi ev halkına ve ilişkilerine çok da özen göstermeyen insanların sadece uzaktan tanıdıkları bu insanlar için yaptıkları ikram ve fedakârlığın nasıl bir anlamı olmalı? Köye gelen kaymakama kuzu kesen ama ailesi yoksulluk içinde yaşayan insanlar bunu neden yapıyorlar? Patolojiden mi? Hayatlarında sadece bir kez karşılaştıkları kaymakama bu kadar izzet-i ikram neden? Konuk geldiğinde önce konukların karnın doyurulmasına öncelik veren kültür bunu neden yapıyor? Birlikte yaşadığı insanlardan esirgediği sevgiyi yabancıya böyle sunmak neden?
Konukseverlik birleşik bir sözcük. Konuk ve sevgi sözcüklerinin bileşiminden oluşuyor. Konuğun sözlük anlamı “bir yere ya da birinin evine kısa bir süre kalmak için gelen kimse.” Tanıma baktığımızda bir mekânda konuk ve ev sahibi olmak üzere iki tarafın ilişkisi var. Bu tanımda konuğun yabancı biri olduğunu da çıkarabiliriz. Konuk o mekâna ait olmayan, dışarıdaki biri. Almanlar konukseverliğe Gastfreundschaft (Gast=konuk, Freundschaft=arkadaş) diyorlar. Konukseverlik, konukla arkadaş kavramları konukla yoğun bir ilişkiyi gerektirir. Ama çoğu kez konuk yabancı, (hiç) tanımadığımız biridir. Yabancı birini sevmek, yabancı biriyle arkadaşlık mümkün değildir de. Arkadaşlık ve sevgi bir sürecin ve yoğun bir ilişkinin sonucunda oluşabilir. Hayatımızda ilk kez gördüğümüz konuğu neden sevelim ve arkadaş diyelim? Sözcük anlamıyla bile konukseverlik konukla arkadaşlık (Gastfreundschaft) bir çelişkiye, bir tersliğe, bir imkânsızlığa işaret ediyor.
Her ne kadar dilsel anlamda arkadaş ve sevgili gibi tanımlansa da konuk yabancıdır. “Biz”in, ben’in dışında kalandır. “Biz”de grubu oluşturanlar, grubun çeşitliliğine bağlı olarak değişkendir: Aile “biz” olduğunda yabancı ailenin dışındaki biri, komşu, akrabadır. Sülale “biz” olduğunda sülalenin dışındaki herkes yabancıdır. Bizim köylüler “tanıdık yabancı”yken bizim köy, bizim kent, bizim ülke dışındakiler ise yabancıdır. Köy “biz” ise köyün dışındakiler yabancıdır. Yabancıdan söz ediyorsak bir mekândan, bizden söz ederken aynı zamanda bizim var olduğu yaşama alanlarından söz ediyoruz: Ev, mahalle, köy, kent, ülke...
Özel alanlar “ben” ve “biz”in yaşam alanı. Bu mekânlara bağlı olarak kamusal alanlar da oluşuyor. Köyün/kasabanın kahvehanesi, çarşısı kamusal grup içi alanlardır (gruppeninterne Öffentlichkeit). Bu durumda “bu mekânlar kamusal alanlar olmasına ve bu nedenle herkese açık olmasına rağmen yabancı” bu mekânda mahalleden/köyden olmayan kişidir. Bu alanlar kamusal olmasına, yabancıya da açık olmasına rağmen yabancının da yabancı kaldığı, yabancı hissettirildiği mekânlardır. Yabancı mikro düzeyde eşlerin dışında veya aile dışındaki kişiyken, makro düzede ortak bağlarımızın az olduğu ya da hiç olmadığı insanlardır. Ortak bağlarımız, aile, akrabalık, kavimsel, tarihsel, kültürel, dilsel, mekânsal (hemşerilik), zamansal (aynı çağda yaşamak) olabilir.
Yabancının kim olduğu hangi anlamda sorduğunuzla da ilgilidir. Önce yabancı ben olmayandır, ötekidir. Berhnard Waldenfels “yabancı” konusunu, bu olguyu, fenomolojisini incelediği çeşitli kitaplar yayımladı. Waldenfels’e göre yabancı önce ben’in dışındakidir, yani iç ve dışı ayrımıyla ilişkilidir; yabancı öteki’ne ait olandır, yani benim senim ayrımı yapar, kimin sahiplendiği/sahip olduğuyla ilişkilidir; yabancı garip, tanıdık olmayandır, tanımadığımızdır.[1]
Yabancının yabancılığını anlamaya çalışırken kendimizden, kendi bilgimizden, duygularımızdan, deneyimlerimizden yol çıkarız. Yabancı olanı böylece kendimize tanıdık hale getirir, onu yabancılıktan arındırarak anlamayı deneriz. Mesela bir insan benim yaşamadığım bir durumdan (mesela bir gemi yolculuğundan) ve orada yaşadığı bir çaresizlikten söz ediyor. Bu durumu bilmememe rağmen (ben mesela gemi yolculuğu, ya da onun analttığı gemi yolculuğunu bilmiyorum=bu anlamda yabancı) ben bu durumu kendi yaşadıklarıma tercüme edebildiğim ölçüde (ben kendi yaşadığım başka bir gemi yolculuğumu ya da başka yolculuk durumlarımı göz önüne getirerek) o insanı anlar, yani bu anlatıyı yabancı olmaktan çıkarırım. Ben onun çaresizliğini bilmiyorum, ama benim de yaşadığımı çaresizlikler var ve ben çaresizliği biliyorum... Waldenfels “radikal yabancı”dan[2] söz eder:
Ben olanı, anlatılanı, ötekini kendi deneyimlerime aktaramam, bunların bende hiç bir karşılığı yoktur... Mesela doğum yapmak, kadının yaşadığı cinsellik gibi... Anlamayı deneyebilirim ama bazı şeyler yabancı olarak kalacaktır. Radikal yabancı insana aslında sınırlarını, daha doğrusu sınırlı olduğunu gösterir/öğretir. Bunun olmadığı durum ise tanrısaldır. Tanrı her şeyi bilir, anlar, görür... Aidiyet, bir grubun parçası olmak/olmamak da yabancılıktır. Yabancı ben’in dışında, bize ait olmayandır. Bizim aile, bizim mahalle, milletim, dinim dışındakilerdir yabancılar... Oysa çoğu kez insan başka/farklı olana da yabancı der. Yabancı tanıdık olmamanın çok ötesinde, daha geniş bir anlam içerir.[3]
Yabancılar bazen kültürel çerçeveler çizilerek, korkuyu azaltan ritüeller üzerinden yabancılıktan çıkarılabilir: Alevi yerleşimlerindeki muasiplik, kirvelik bu işleri üstlenebilir. Yabancı biri bu ritüeller üzerinden aileye alınır ve bu insanlarla yabancılık azaltılmaya çalışılır. Akrabalık üzerinden oluşan “biz” bu yöntemle yabancıların akraba gibi “bize” dahil edilir. Ayrıca kan kardeşliği, süt kardeşliği, hısımlık üzerinden de yabancıyla yakınlık kurulur. Kürt/Türk kardeşliği söylemi de böyle bir çabayla ilişkilidir. Aile dışındaki bir yabancı aile hiyerarşisine kardeşlik, hısımlık üzerinden alınır. Bazen bu “uyarlanmış yabancı” (gelin=el kızı, damat=el oğlu ya da kan kardeşliği, süt kardeşliği gibi) ailedeki sorunları konuşabileceğimiz, hatta çözebilecek biri olabilir. Alevilerdeki musahiplik, “kardeşten daha ileri” görmeleri ve derin bağlar kurarak musahibi “tehlikeli/düşman” biri olmaktan çıkararmak, dostlaştırmaktır da.
Bu bağ ve yakınlık ailenin sırlarını bile konuşmaya izin verir. Avrupa’da bu “günah çıkarma”, aile dışında birine çok gizli sırları anlatmaktır. Aile dışı birini kutsalla ilişkilendirilerek ve kutsalın papazı denetlediği varsayımıyla toplumun suç saydıklarını (günah) anlatmaktır. Bu gelenek, suç bilinci ve anımsama geleneği oluşturmaya ve hatayı düzeltmek için çaba göstermeye de hizmet eder. Bir anlamda bu gelenek refleksiyonun önünü açar. Müslümanlardaki tövbede de benzer bir durum vardır. Kısacası yabancının olduğu ve yabancılığın oluştuğu durumlarda kültürler yabancıyı bazen en güvenilir binine dönüştürür, bazen de yabancı aile içindeki çatışmalarda karşı/düşman olmayacağından en güvenilir olur. Çelişkili ve çatışmalı durumlarda yabancının olayın gelişim süresini bilmediğinden, olaya duygusal katılımının olmadığı varsayılarak tarafsız olacağından hakemlik verildiği durumlar da olabilir. Muhammed’in Medine’ye geldiğinde Hıristiyan/Yahudi meselelerinde tarafsız ve hakkaniyetli davranması umulduğundan kendisine hakemlik verildiği anlatılır. Rekabetin sergilendiği maçlarda tarafsız hakemler bu nedenle görev alırlar.
Yabancılık duygusunun olduğu durumlarda insanlar yabancılığı aza indirmek için yabancıyı kendi kontekstlerine çekerek bu kontekst üzerinden yine yabancılığı azaltmayı denerler. Hiç tanımadığımız birinin bir şey sorarken amca/ağabey demesi gibi: Biz birbirimizi tanımıyoruz, birbirimize yabancıyız, bu yabancılığı ortadan kaldırmak için kardeşliği, amca, dayıyı kullanıyoruz. Kardeşlikler (ağabey, kardeş=küçük demek de bacı, abla gibi) çok tanıdık bir ilişki biçimidir ve kardeşlik bir hiyerarşi ve ilişkiye çerçeve ve roller çizdiğinden bu tanıdık durum üzerinden ilişkideki tedirginliği kontrol edilebilir hale getirmeye çalışırız.
Kardeş, bey/amca diyerek aramıza sembolik bir ilişki sözleşmesi koyuyoruz ve bu sözleşmenin çiğnenmemesi bir ahlaki (ayıp) ve günah sorunu oluşturuyor. Ayrıca kardeşlerin birbirlerine yapacağı kötülük toplum tarafından cezalandırılacağından (ayıp konsepti) ve tanrı da kardeş düşmanlığına karşı olduğundan (günah) benim o insana kötülük yapmam da engellemiş olur. Ayrıca o insan bana kardeş dediğinden ben de o insana kardeş gibi görerek kötü niyetli olmadığını (onun güvenini sarsmayacağımı dolaylı olarak ona iletir, aramızdaki sembolik sözleşmeye uyma güvencesi de vermiş olurum. Böylece iki insan arasında oluşan yabancılığı, tedirginliği azaltarak yabancılığımıza rağmen ilişki karabiliriz. Yani tanımadığımız biri böylece “yarı yabancı” ya da “tanıdık=kardeş yabancı”ya dönüştürülebiliyor. Udo Rauchfleisch [4] başka bir kontekstte bir kadını adıyla değil de bir işleviyle çağırmayı ‘kimlik hırsızlığı/kimliği çalmak’ olarak adlandırılır. Böylece kişinin bir birey ve özgün bir kimliği olduğunun üzeri örtülür.
KONUK KİMDİR, NE ZAMAN KONUK OLUNUR?
Psikanalitik yöntemin en önemli çalışma tekniği aktarım ve karşı aktarımla çalışmaktır. Bunun bir diğer anlamı psikanalist ötekini dinlerken dinlediklerinin kendisindeki etkisini de anlamaya çalışır. Kısacası psikanalist ilişkide dinlerken, susarken kendini sürekli ilişkiye katar. Öteki/yabancı üzerine konuşurken kendini ilişkinin dışında tutan genellemeler projeksiyona açıktır. İşte böyle bir konuşma ilişkilenme biçimi ırkçı kokular içerir. Mesela dış güçlerin ilerlemeleri birisini korkutuyor (kendini dahil ederek) demekle dış güçler bana düşman demek aynı şeyler değildir. Biri beni anlatırken diğeri benim için (öteki’den kaynaklı, benim dışımda) bir durumu tanımlar.
Tek tanrılı dinlere göre insanın bu dünyadaki serüveni bir konuğun serüvenidir. Cennetten kovulmuştur. Bu anlatıda dünya mutlu olmak için gelinen bir mekân olarak tasarlanmamıştır. Yeryüzü insanın bir daha günah(lar) işleyip işlemeyeceğinin imtihan edildiği yerdir. İnsan da Tanrı’nın yasalarına göre davranır ve hayatını ibadet ederek yaşarsa, yani sınavı geçerse ahirette sonsuza kadar mutlu yaşayacaktır. Yeryüzünde de günaha girenlerse cehennem cezasını yaşayacaklardır. Bu anlatıya göre aslında insan bu dünyada bir konuktur (fani dünya=geçici). İnsanın asıl vatanı cennettir, yani geldiği ve nihai mekânı. Ahiret sonsuza dek yaşanacak yerdir. Ahirettir insanın asıl vatanı.
Dinsel anlatıya göre, Âdem ve Havva işledikleri günahtan ötürü asil yurtlarından, cennetten kovulurlar. Bu dünyadaki yaşamları ölünceye kadardır. Tüm konuklar gibi onların konukluk statüleri de sınırlıdır ve geçicidir. Her konuk gibi e sonsuz özgürlükleri yoktur ve ev sahibinin (Tanrı evrenin ve dünyanın yaratıcısı ve asıl sahibidir) kurallarına (dini kurallar, ibadetler, ayinler) yaşamak durumundadır. İnsanların ibadetlerini yapmaları, ahirete hazırlanmaları, dünya nimetlerini algılamamaları, ayartılmamaları (arzularını kontrol etmeleri) yani bu konuk gibi davranmaları zorunludur. Göçmenlerden yerlilerin (Türklerin Suriyeliler, Almanların Türklerden) bekledikleri göçmenlik psikolojisiyle de çok benzerlik gösteriyor.
Suriyelilere ya da başka mültecilere karşı öfkeyle dile getirilen ilk eleştiri, Suriyelilerin Türkiye’de kendi vatanlarındaymış gibi davranmaları. Kendi dillerini konuşmaları, otobüslerde Türklere yer vermemeleri, hastanelerde öne geçmeleri, dükkânlarına kendi dillerinde isim koymaları. Ayrıca Suriyelilerin kendilerini Türklerle eşit saymaları da Türklerin öfkesini kabartıyor. Onların bu tutumu Türklerin üstünlükçü tutumlarının görmezden gelinmesi demek. Hayatlarını kurtaran Türklere minnet borcunun olmaması, eğer varsa bunun davranışlara yansımaması ve gösterilmemesi de kızgınlık nedeni. Türkler savaştan kurtulmak için gelenlerden nasıl kurtuluruz derdindeler. Bu bile aslında realitenin kasti olarak metaforik tersine çevrilmesidir. Yaşamın konukluk olarak algılanması, dünyanın faniliğini her fırsatta vurgulamak çok tanıdık bir olgu.
İslam’a göre önce yabancı yoktur. Tüm insanlık Âdem ve Havva’nın soyundan gelen bir topluluktur. İnsanlar erkek ve dişi olarak kavim kavim yaratılmıştır. Ama insanlar arasındaki ayrımları ortadan kaldırması ve aralarında uyumu yeniden sağlamak için de Tanrı yeryüzüne peygamberler göndermiştir. Tanrı elçisinin görevi insanları İslam’a çağırmak ve yeniden bir toplum oluşturmaktır. Yani yabancının ve yabancılığın da böylece oradan kaldırılması, ötekilerin de biz yapılmasını amaçlar. İslam’ın amacı sonunda ötekinin ortadan kaldırılmasıdır.
İKRAM OLARAK YEMEK
Amerikalılar Afganistan’ı bombalayıp birçok sivili katlettikten sonra Afgan semalarında uçaklar ve helikopterlerden yemek attılar. Benzer durumları Irak ve Yugoslavya’da da gördük. Önce ülkede taş taş üzerinde koymuyor, bomba yağdırıyorlar ve aynı coğrafyada süren kıtlık ve açlığa da çareyi bu açlığa ve zulme neden olanlar götürüyorlar. Bugün Gazze’de de durum aynı, Ramazan ayı nedeniyle ateşkes ve gıda yardımı yapılıyor. Annesini, dayısını, oğlunu, eşini savaşta kaybedenlere bu kez bu katliamın sorumluları yardım ediyor, onlara kurtarıcı oluyor, kalanlara yemek atıyorlardı. Bazen düşman kabilelerin veya düşman ailelerin barışma ritüllerinde rastlarız: Düşmanlar bir yemek sofrasında barışmayı ve savaşı bitirmeye karar verirler. Yemek ve dolayısıyla ikram agresyonu engellemenin en arkaik biçimlerinden biridir ve çok etkilidir. Birçok yakınını savaşta kaybedenlere bu kez de yaşamaları için ekmek verilerek kurtarıcı, yaşatıcı olunur ve böylece mağdurlarda oluşan intikam duyguları törpülenir...
Devlet görevlilerine yapılan ikramda görevliler üzerinden devletin sakinleştirilmesi, agresyonunun önlenmesi de amaçlanır. Devlet ile halk arasındaki gerilimli ilişki devlet yöneticileriyle ikram üzerinden kurumsallıktan çıkarılarak, o kişi devletin temsilcisi değil de ailenin ikramda bulunduğu kişi konumuna getirilerek ve bu kişiyle arkadaşça bir ilişki kurulmaya çalışılarak bu kişi üzerinden devletle iyi geçinilmeye çalışılır.
Devletle halk arasındaki ilişkide halktaki korkuyu ve devletin bir şeyler isteyen (çocukları askere isteyen devleti halk zorunlu eğitimi devletin zorlaması olarak görür, üstüne vergi alır devlet. Buna karşılık devletin verdiği bir şey de yoktur) konumundadır. Bu nedenle halk devlet kurumlarına gitmekten kaçınır ve bir aracı ve tanıdık bularak bu kurumlara gider. Yani devlete vergi vermek ya da nüfus dairesindeki basit bir işlem için bile tanıdık/aracı bulur insanlar. İşte bu karşılaşmalarda da aracılar ve ikramlar üzerinden devletin çocukları (memurlar kendilerini burada devletin temsilcileri/devlet olarak da görmeye meyillidirler) sakinleştirilmeye, öfkeleri azaltılmaya çalışırlar. Devletin otoritesini bu çocuklar çatık kaşlı olarak da temsil ederler.
[1] Grundmotive einer Phänomenologie des Fremden [Yabancı Fenomenolojisinin Temel Motifi] (Suhrkamp Verlag, 2006), s. 111.
[2] age, s. 116.
[3] Waldenfels, Grenzen der Normalisierung [Normalleşmenin Sınırları] (Suhrkamp Verlag, 1998), s. 131.
[4] Gewalt in der trıvialen ‘Macho’ Literatur, 1990, kitap Hassen und Versöhnen, Editörler: E. Herdieckerhoff, D. Von Ekesparre v.d., Vandenhoeck&Ruprecht Verlag, s. 151.