Ragıp Duran
Erdoğan medyasının kederli kaderi
Bana işkence gibi geliyor ama görev gereği kimi zaman Erdoğan medyasını izlemek zorunda kalıyoruz. Geçenlerde, Muharrem İnce'nin şaha kalkmaya başladığı günlerde, ''alçısının üzerine ince sıva çekilen'' şahsiyet ile her akşam farklı kanallarda karşımıza çıkan siyah bıyıklı beyaz sakallı ukala bir mendeburun da konuşmacı olduğu bir paneli izledik. Moderatör dahil galiba toplam beş kişiydiler. Bir araştırma şirketinin başkanı hariç hepsi ezik ve sıkıntılı olsalar da Reis'i savunmak için gerekçeler arıyordu hala. Aslında Reis'in savunulacak pek bir yanı kalmadığı için esas olarak Muharrem İnce'ye saldırıyorlardı. Yok efendim söylemi çok radikalmiş, kahraman komutanın apoletleri mi sökülürmüş, popülizm yapıyormuş, CHP binasında asansöre binerken sorun çıkmış, gençken ağıldan koyunları o çıkartıyormuş filan falan... Ciddi hiçbir siyasi ideolojik eleştiri yok. Akıllarınca CHP ile İnce'nin arasını açmaya çalışıyorlar.
Bu tür birkaç panel daha izledik. İçerik ve yaklaşım aynı. Ve gördük ki Türkiye'de 24 Haziran seçim kampanyası çoğunlukla ve esas olarak Muharrem İnce üzerinden yürüyor. Herkes, seveni ya da muhalifi, Reis dahil herkes varsa yoksa İnce'den söz ediyor. Psikolojik üstünlük işte buna denir!
O ilk programda iki nokta dikkat çekiciydi: Görsel bir mecra olan televizyonda üstelik de bolca malzeme olmasına rağmen, tartışma sırasında bir kez olsun herhangi bir VTR gösterilmedi. İnce'nin mitinglerinden, toplantılarından, konuşmalarından sözediliyor ama görüntü yok. Çünkü artık ham görüntüler ya da edit edilmiş kareler bile İnce'den yana. Yandaş kanalda tartışma sırasında İnce'nin mitinglerinden, toplantılarından, konuşmalarından 30 saniyelik görüntü verseler ekrana, ortamın canlılığı, izleyicilerin heyecanı, İnce'nin dinamizmi, inandırıcılığı, güleryüzü, mizahı yandaş seçmeni de etkileyebilir. Korkuyorlar. Çare sansür. Çare göstermemek. Erdoğan ile Başbakan Yıldırım'ın mitinglerine dikkat edin. Hiç geniş açı yok, sadece platformun önündeki kitle gösteriliyor. Sebebi basit: Alanın geri kalan kısmında pek kimse yok. Bazı kuş uçuşu ve geniş açı çekimlerde bunu açıkça görmek mümkün. Hoş, bu mitinglere gelenlerin çoğu da zaten mecburen gelen memur ve öğrenciler.
İkinci nokta: Paneldeki tek muhalif, bir süre yandaşların düşük yoğunluklu hatta magazinel eleştirilerine yanıt vermeye çalıştı sonra baktı olmayacak, mealen dedi ki, ''Bakın biz burada 6 saat da konuşsak bir şey değişmeyecek. İnce müthiş bir performans gösteriyor kampanyada, son derece başarılı götürüyor işi!''. Amiyane deyişle tercümesi: Haybeye tantana yapmayın adam sizi de ezdi geçiyor!
Doğru ve anlamlı bir medya eleştirisi işte bu. TV stüdyolarında oranızı buranızı yırtsanız da, bağıra çağıra konuşsanız da, kimi zaman kinayeli bir şekilde çamur atsanız da, yalana dolana müracaat etseniz de, mitinglerdeki on binlerce seçmenin umudunu, heyecanını gözlerden kaçırmak, söndürmek, çarpıtmak mümkün değil. Hatta böyle yaparak hem çapsızlığınızı ve sahtekarlığınızı teşhir etmiş oluyorsunuz hem de geniş seçmen kitlesinin nefretini kazanıyorsunuz. Üstelik sizin bu yandaş kanallarınızı hala izleyen yurttaş sayısı her geçen gün azalıyor.
Erdoğan, devasa medya gücüne rağmen, Muharrem İnce'nin oylarının füze gibi fırlamasını önleyemiyor. Çünkü sanal ortamın hakiki ortam üzerindeki etkisi sınırlı, nispi ve geçici. Hakikat o kadar güçlü bir varlık ki, insanoğlu şimdiye kadar onu yenebilecek/alt edebilecek bir formül, bir yöntem bulamadı.
İdeolojiler bitti, dediler, İngiltere'de Jeremy Corbyn sol ideolojiyle mucizeler yarattı.
Tarih bitti, dediler. Bizde Reis, bugünü dolduramayacağını anlayınca TV'lerde Osmanlı padişahlarını yücelten diziler yayına girdi.
Son icatları, Post Truth yani Gerçek Ötesi. O da şimdilik çizgi romanlarda, fantastik kurgu filmlerde yaygınlaştırılıyor. Bir de Trump ile Türk versiyonunun açıklamalarında.
Anlaşılan, Post Truth'dan da şimdilik bekledikleri sonucu alamadılar ki, Post Human yani İnsan Ötesi, İnsan Sonrası tezini işliyorlar. İlginçtir, sonuç olarak Gerçeği öldürmek için İnsan'ı öldürmenin gerekliliğini gördüler. Tutar mı? Biraz zor. Hatta çok zor.
ABD'de 1930'lardan sonra, Batı Avrupa'da 2. Dünya Savaşının ardından seçim kampanyalarına, medya, ikili üçlü tartışmalar ve kamuoyu araştırma anketleri girdi. Günümüzde siyaset artık daha çok sembollerle ve medya üzerinden yapılıyor ve yaygınlaştırılıyor. Kamuoyu araştırma kurumları giderek seçmeni etkilemeye çabalıyor.
Medya-Seçim ilişkilerinde bizdekiyle hiçbir şekilde kıyaslanmayacak iki örnek şimdi:
ABD'de New York Times, Washington Post ve Los Angeles Times gibi büyük gazeteler seçimler başlamadan önce imzasız bir başyazı ile gazetenin desteklediği adayı alenen açıklar. Çünkü ''pudique ve puritaine'' (İffetli ve sofu gibi) Amerikan kültürü açıklıktan, şeffaflıktan yanadır. Gazete, esas olarak da sahibi ve yönetimi, doğal olarak adaylardan birini kendisine daha yakın görür/hisseder. Aslında dünyanın her yerinde medya, seçimlerde gizli ya da açık bir şekilde bir adayı destekler. Amerikan modelinin özelliği bu tercihi kurumsal olarak açıklaması. ''Madem destekliyoruz niye bu durumu okurlarımıza açıklamayalım'' mantığı var biraz da. Bu tercih beyanı, gazetenin kampanya boyunca sadece desteklediği aday lehinde yayın yapması anlamına gelmiyor. Bu büyük gazeteler temel habercilik ilkelerine, basın etiğine uygun bir şekilde kampanyayı, yani diğer adayların çalışmalarını da mümkün olduğunca objektif bir şekilde yayınlar. Bu tutum, belki şeffaflıktan yana olmanın gereği ama seçim bitince gazetenin desteklediği ya da desteklemediği adayın kazanması ve Beyaz Saray'a yerleşmesi durumunda medya-iktidar ilişkilerinde sorun çıkıyor. ''Bu adamlar bana zaten daha ilk baştan karşı çıkmışlardı. Bense şimdi Başkan oldum!''. Ya da ''Biz bu adayı baştan beri desteklemiştik şimdi Başkan oldu artık gazetenin desteklediği bir aday değil kendisi POTUS (ABD Başkanı) oldu'' gibi mülahazalar gündeme geliyor.
Bu anglo-sakson yaklaşıma son örnek olarak İngiliz İşçi Partisi'nden Tony Blair'in ilk seçim kampanyasında da rastlamıştık. Yıllarca Muhafazakar Parti'yi, Thatcher'ı desteklemiş olan Murdoch grubu (Sun, Times...vs...) beklenmedik bir şekilde muhalefetin adayı Blair'i desteklediğini açıklamıştı. Blair kazandı ama Blair, İşçi Partisi'nin geleneksel sol çizgisini değil Thatcher'in neo-liberal politikasının sol görünümlü versiyonunu temsil ediyordu ve zaten de o politikaları uyguladı. O zaman anladık Murdoch'un vakti zamanında Blair'i neden desteklediğini. Kapitalizm ya da burjuvazi, her zaman bizim gibi ilkeli davranmıyor, kendi çıkarları uğruna her türlü esnekliği(!) gösterebiliyor.
İkinci örnek daha somut: Fransız Le Monde gazetesi, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sona erdiğinde, 1. turla 2. tur arasında geçen on beş günlük süre hakkında çok ayrıntılı bir bilanço yayınlar. Her iki adaya ne kadar haber, yorum, söyleşi, röportaj, karikatür, serbest kürsü yazısı ayırdıklarını tek tek döker. Sütun santim ve vuruş olarak. Şimdiye kadar ki bilançolarda genel olarak her iki adaya neredeyse yüzde 50 yüzde 50 yer ayırdığı sabittir. Le Monde, aslında genellikle solcu adayı bir başka deyişle sağcı olmayan adayı gönülden ve gizlice desteklese de, yayın politikasında her iki adaya elinden geldiğince eşit uzaklıkta durmayı başarır. Sonra da okuruna hesap verir.
Bizdeki örnek Anglo-Sakson modelle Le Monde sisteminin alaturka bir sentezi: Resmen, açıkça ve kurumsal olarak hangi adayı desteklediğini ilan etmiyor belki ama bağıra çağıra, manşetten, birinci sayfadan ve içeriden her gün yüzde 95 benimsediği adayın propagandasını yapıyor, diğer adaylara ya hiç yer vermiyor, yer verdiğinde de onları karalıyor. Bizde oylama bittiğinde, tıpkı Le Monde'unki gibi bir bilanço yayınlanmıyor belki ama ben size şimdiden olacağı söyleyeyim: Ya havuzun suyu çekileceği için iflas bayrağını sallayıp terk ederler bu diyarı ya da ana muhalefet partisinin merkez yayın organı olarak sürdürmeye çalışırlar varlıklarını. Aralarında hala gazetecilik yapacak yüzü olanlar varsa tabi.