Ragıp Zarakolu
Ermeni soykırımının Türkiye toplumu tarafından kabulünün zorunluluğu (*)
Değerli Katılımcılar,
Eşimin kalp krizi geçirmesi nedeniyle aranızda olamadığım için üzgünüm.
4. Avrupa Ermeni Konvansiyonunun toplantısından kısa bir süre önce, Avrupa Parlamentosu Parlamenterler Meclisi, Irak ve Suriye’de ISIS’in Yezidiler, Hristiyanlar, Alevilere karşı uygulamalarını, uluslararası soykırım sözleşmesinin farklı maddelerine dayanarak, "soykırım" olarak tanımladı.
Bu tarihsel karar, Ermeni soykırımı gerçekliğine de yeniden güncellik kazandırmıştır.
Soykırım inkarı, tarih ile yüzleşmekten, özür ve telafiden kaçınma, insanlığa karşı işlenmiş olan bu ağır suçun, tekrarlanması açısından önemli bir tehdit oluşturmaktadır.
Soykırım inkarcısı bir devletin hiçbir yurttaşı güvence altında değildir.
Soykırım inkarı aslında dolaylı bir kabuldür ve şu anlama gelir:
"Evet, yaptık! Gerekirse yeniden yaparız!"
Bugünkü Ortadoğu gerçekliği içinde yaşanan tam da budur ve APPM’nin son kararı da bu saptamayı onaylamıştır.
Ortadoğu’da bugün yaşanan insanlık dramı, bir anlamda 1915 soykırımının devamı ve eksik kalanların tamamlanması anlamına gelmektedir.
1915 soykırımından sağ kurtulanların son kuşakları yeniden soykırım tehditi altına girmiştir.
1915 soykırımının ilk adımının 1914 kasımında alınan Cihat yani Kutsal Savaş ilanı kararı olduğu unutulmamalıdır.
Ve bu karar, modernist olduğunu söyleyen, militarist Wilhelm hükümetinin müttefiki olan İTF darbe hükümeti tarafından alınmıştır.
Ancak asıl sorununun, Uluslararası 1878 Berlin Antlaşması ile başladığı unutulmamalıdır. Bu sözleşme ile Ermeni halkına güvenliğinin sağlanması için verilen uluslararası söz asla yerine getirilmemiştir.
Bu kayıtsızlık Abdülhamit yönetimini, Ermeni halkına yönelik kıyım, zorunlu göç ve talan uygulamaları konusunda cesaretlendirmiştir.
Ve bu sadece Ermeni halkını değil, bölgedeki Müslüman olmayan Yezidi, Keldani, Süryani, Nasturi halklarını da tehdit altına sokmuştur. Bölgede nüfus oranlarını değiştirmeye yönelik "sosyal mühendislik" uygulaması Abdülhamit döneminde başlamıştır.
"Kızıl Sultan" diye anılan Abdülhamit bugünkü "Yeni Türkiye"nin bir ikonu, parlak yıldızıdır.
Abdülhamit, kıyım ve zorunlu göç uygulamaları yanında, aynı zamanda Yezidileri, Ermenileri, Süryanileri, Alevileri kitlesel olarak din değiştirmeye zorlamıştır.
Bu zorla göç ettirmeler ve mala mülke el koymalar aslında 1877 Harbi ile başlamıştır.
Sözde laik olan TC, yine uluslararası güvence altında olan Lozan Antlaşması azınlık hakları hükümlerini pervasızca çiğnemiş, Ermeni, Rum ve Yahudileri göçe zorlamış, Kürtlerin ve Alevilerin sözde uluslararası güvence altında olan haklarını hiçbir zaman dikkate almamıştır.
Bugün İstanbul’un binlerce yıllık yerli halkı olan Rumların sayısı 2 binlere inmiştir.
Süryani toplumunun sayısı da binlere inmiştir.
Ermenilik ancak İstanbul’da yaşanılır olmuştur ve endişe içindedir.
Büyüyen antisemitizm nedeniyle Yahudi toplumu kendini tehdit altında hissettiği için yeniden göç yollarına düşmeye başlamıştır.
Alevi toplumu endişe içindedir.
Kürt sorununun barışçıl çözümünden vazgeçilmesi ve yeniden savaş politikalarına dönülmesi nedeniyle, tarihsel Kürt kentleri önemli tahribatlara uğrarken, insani hukuk ayaklar altına alınmıştır.
Abdülhamit gibi bugünkü yönetim de bölgede bir çeşit nüfus mühendisliği başlatmıştır Özellikle on yıllardır göç ermek zorunda bırakılan Kürt Alevilerin bölgelerine büyük oranda Suriyeli mülteci nüfus iskan edilmeye başlanmıştır.
Böylece düşük yoğunluklu Kürt Aleviler kendi bölgelerinde azınlık durumuna düşürülmek istenmektedir. Tıpkı bir zamanlar 19. yüzyılda Ermenilere yapıldığı gibi.
Batı Ermenistan’a yerleştirilen Kafkas ve Balkan kökenli muhacirler gibi, bölgenin otantik yerli halkları ilk adımda azınlık durumuna düşürülmekte, bu durum ileride potansiyel bir soykırım tehditi yaratmaktadır.
Bu uygulamalar, uygulanan orantısız militer şiddet ile Müslüman Kürtlerin olduğu bölgelerde de başlatılmış vaziyettedir.
Tarihi Dikranikert’in büyük bölümü yerle bir olmuştur. Peygamber Nuh’un kenti olarak bilinen Cizre ağır yaralar almıştır.
Dünyada ilk akademilerden birinin kurulduğu Nusaybin kenti tahribata uğramıştır. Kimi görüntüler Suriye iç savaşının yıkık kentlerini andırmaktadır.
Biz insan hakları savunucuları olarak soykırım tabusunu, Kürt tabusunu 1990 yılında tartışmaya açtık. 1993 yılında ise Ermeni tabusunu gündeme taşıdık. 1996 yılında ise Pontos tabusunu tartışmaya başladık. Bir anlamda Pandora’nın kutusunu açtık.
Ağır bedeller ödedik, ama gayrimeşru, düşünce özgürlüğünü engelleyen yasalara karşı yürüttüğümüz sivil itaatsizlik örneği olan yayınlar, gerçekliği öğrenen diğer dürüst insanların da harekete geçmesini sağladı.
Sivil toplum içinde 27 yılda çok mesafe aldığımız söylenebilir. Bugün artık Ermeni soykırımının kabulü entelektüel olmanın ölçütü haline gelmiştir.
Fakat bu kabül ile birlikte, gerçek Türkiye entelijansyası da bugün tehdit altına girmiştir. Ermeni soykırımı ve Kürt sorunu konusunda duyarlı olan ve kirli savaşa karşı çıkan binlerce akademisyen bugün üniversitelerden kovulduğu gibi, yargılanma durumunda kalmıştır.
Soykırım inkarcılığın resmi bir devlet politikası hatta milli güvenlik konusu haline geldiği günümüz Türkiye’sinde, farklı azınlıklardan sonra ülkenin eliti kabul edilen laik "Beyaz Türkler" bile kendilerini tehdit altında hissetmektedir.
Soykırım inkarcısı bir ülkenin hiçbir yurttaşı güvence altında değildir. "Farklı" olan her grubun birgün "sırası" gelebilir.
Din sömürüsü, dini inançların kötüye kullanımı ve fanatik kitleleri "cezasızlık" ile cesaretlendirerek 102 yıl önce insanlığa karşı işlenen suçları olağanlaştıran sistem bugün çökmüştür. Geçmişte dinsel inançları kötüye kullanılan ve "ötekilere" karşı yönlendirilen kesimler direksiyonu almıştır. Elitlerin deyimi ile "ayaklar baş olmuştur".
Soykırım inkarının sonuçta hiç kimseye yararı olmamıştır. Ve bugün TC, uygun adım 2023 yılında bir İslam Cumhuriyetinin ilanına doğru yürümektedir. Elbette İran İslami Cumhuriyetinin kötü bir Sünni kopyası olarak…
Din duygusu sömürülerek, 102 yıl önce insanlığa karşı işlenen suça katılmaya tahrik edilen kimi Kürt aşiretleri, yüz yıldır, üzerlerinde bitmeyen baskı ve varlıklarının inkarı ile bedel ödemiştir. Ve bedel ödemeye devam etmektedir. Bunu ilahi bir cezalandırma diye de niteleyebiliriz.
Osmanlı İmparatorluğu'nun bağımsızlaşamayan son kolonisi Kuzey Kürdistan oldu. Batı Ermenistan, bir gün bağımsızlaşabilirler diye, 1915 soykırımı ile zaten haritadan kazınmıştı. Arap kolonilerine ise el konuldu.
Ermenistan esas olarak 2 parça idi. Ancak sadece Doğu parçası, ağır bedeller ödeyerek sağ kalabildi.
Bugün ise Kürdistan 4 parça ve üç tarihi gücün ve milliyetçiliğin tehdidi altında. Arap, Türk ve Fars milliyetçilikleri…
1914 yılında Ermeni halkı nasıl soykırım tehditi altında ise, aynı bölgenin komşu son otantik halkları da bugün aynı tehdit altındadır.
Yeniden tehdit altına giren Ermeni ve Süryani "kılıç artıkları" yanında, Yezidiler, Kürtler, Aleviler soykırım tehditi altındadır.
Vicken Cheterian’ın "günümüzün Ermenileri Kürtlerdir" saptamasında bir doğruluk payı vardır.
Soykırım inkarcılığı sadece TC yurttaşları için değil, bütün bölge için son derece önemli bir tehdittir.
Artık yüzyıllık müttefikleri Türkiye’yi Batı'nın değil, Orta Doğu’nun bir parçası olarak tanımlamaya başlamıştır. TC, bugünkü Orta Doğu trajedisinin yaratılmasının sorumlularından biridir. Ne yazık ki, belki bunun bir şekilde "kurbanı" olarak bedel ödeyecektir.
Soykırım gerçekliği görülmeden, bunun gerekleri yerine getirilmeden sadece Türkiye değil, bütün Orta Doğu bölgesi asla barış ve huzura ulaşamayacak, tarih holozoni biçimde, aradan 100 yıl geçse de kendini yenileyecektir.
Saygıyla.
(*) 4. Avrupa Ermenileri Kongresi'ne sunulan tebliğ, 18-19 Ekim 2017, Avrupa Parlamentosu, Brüksel