Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Ezilen iki ulusun benzer yazgısı…

Demirtaş, Yüksekdağ, Kavala ve Zarakolu’nun ortak mücadelesi Katalan milletvekillerinin girişiyle Avrupa Parlamentosu’nda güçlü bir destek kazanacak.

Yılın en uzun gecelerinden birinin sabahında bu yazıyı yazmaya koyulduğumda ortalık alacakaranlık… Ekranda son Türkiye ve dünya haberlerini hızla gözden geçirip birkaç e-mail’i yanıtladıktan sonra ülkemden gelen kara haberlerin yarattığı öfkeyle kendimi dışarıya atıyorum. Osman Kavala ile Figen Yüksekdağ’ın tahliyeleri yine reddedilmiş, Ragıp Zarakolu’nun ise Türkiye’deki mal varlığına ve de emekli aylıklarına el konulmasına karar verilmiş…

Çok kimse dün akşamki bol içkili ve bol kepçe Noel kutlamalarının rehavetinden henüz kurtulamadığı için Brüksel sakin… Hafif çiseleyen yağmura rağmen, sık sık yaptığım gibi, önce Voltaire Caddesi’ni adımlıyor, üçüncü kavşakta sağa vurup Suffrage Universel (Genel Oy) Caddesi’nden geriye dönüp Brüksel’in, belki de Avrupa’nın en güzel yeşil alanlarından biri olan Josaphat Parkı’na dalıyorum… Parkta da, dün akşamın rehavetinden olmalı, bir iki köpek gezdirenden başka kimseler yok… Bir de parkın emekçi iki sevimli eşekçiği, Camille ile Gribouille… Parkta toplanmış kuru yaprakları taşımak için arabaya koşulmayı bekliyorlar…

Dolaşırken kafam sürekli Tayyip’in şeriatçı mahkemelerinin bir gün önce verdiği yüz karası kararlarla meşgul… Türk adaletinin sivil ve askeri mahkemelerinde yüzlerce yıllık hapis talepleriyle yargılanmış ve adaletsizliğe şerbetlenmiş bir gazeteci de olsan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yaptırımcı hükümlerini dahi hiçe sayan bugünkü uygulamalar karşısında öfkelenmemen mümkün mü?

Yüksekdağ, Kavala ve Zarakolu… Her biri, Türkiye’nin demokrasi, özgürlük ve insan hakları mücadelesinin son yarım yüzyıllık kesitinden üç ayrı kuşağın temsilcileri….

HDP’nin Türkiye’de gerçek ana muhalefet partisi niteliğini kazanmasına eşbaşkan olarak Demirtaş’la birlikte büyük katkıda bulunmuş olan Figen Yüksekdağ’ı şahsen tanımak fırsatım olmadı… Gıyaben de olsa 90’lı yıllarda Özgür Gençlik, Atılım ve Sosyalist Kadın dergilerinde mücadele vermiş bir sosyalist meslektaşım olarak, 2000’li yıllarda da Ezilenlerin Sosyalist Platformu ile başlayıp HDP eşbaşkanlığını ve milletvekilliğini üstlenmeye kadar varan bir sosyalist mücadele örgütçüsü olarak yaptığı çalışmaları takdirle izledim.

Osman Kavala ondan bir önceki kuşaktan… 12 Eylül faşist askeri darbesini izleyen günlerde Türkiye’den sürgüne çıkabilen devrimci sendikacıların ve sol örgütler yönetici ve militanlarının yoğunlaştığı kentlerden biri de doğal olarak Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’di. 1981 yılında Manchester Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde okumakta olan Osman Kavala’yı Türkiye’den tanıdığı mücadele arkadaşlarıyla buluşmak üzere İnfo-Türk bürosunu ziyareti sırasında tanımıştım.

Varlıklı bir ailenin oğlu olarak Türkiye’nin fırtınalı siyasal yaşamında ve de solcular için son derece riskli ortamında demokrasi ve özgürlükten yana saf tutmuş olması, 1982’de babasının vefatı üzerine Kavala şirketler grubunun yöneticiliğini üstlendikten sonra da bu tutumunu hiçbir ödün vermeden sürdürmesi beni son derece etkilemişti.

Sürgünümün 70’li yıllarından asla unutamadığım bir anıdır. Türkiye gibi Yunanistan’ın da faşist askeri diktatörlük altında bulunduğu günlerdi… 1972 Mart’ında Paris’te Yunan rejimine karşı SSCB de dahil tüm dünya ülkelerinden heyetlerin katıldığı bir konferans düzenlenmişti. Türkiye’deki 1971 Cuntası’na karşı Demokrat Direniş Hareketi’nin mesajlarını iletmek üzere İnci’yle birlikte bu konferansa katılarak çeşitli delegasyonlarla ilişki kurmuştuk.

Oradaki temaslarımız sırasında sürpriz bir karşılaşma olmuştu. Sürgünde Türk gazetecileri olduğumuzu öğrenince, yaşlı bir Yunanlı bayan yanımıza gelerek kendisini tanıtmıştı:

"Ben Eleni Vlahou... Sizin gibi gazeteciyim, Kathimerini gazetesinin sahibiyim, ben de sizin gibi cunta yönetimini protesto için Yunanistan’ı terk ettim, dışarıdaki direnişe katıldım."

Kathimerini Yunanistan’ın muhafazakâr, fakat en etkili günlük gazetelerinden biriydi. Madam Vlahou ikimizi de sempati ifadesiyle bir süre süzdükten sonra yeniden söze girmişti:

"Gençsiniz. Kavgada kararlısınız, Maria Beckett takdir edilesi bir çalışma yaptığınızı söyledi. Ama bir askeri cunta yönetimine karşı mücadele sadece yürekle olmuyor. Bunun için sadece sol çevrelerin değil, tüm demokrasi taraftarlarının kavgaya katkısı lazım. Yunanistan’da olduğu gibi…"

Sonra merakla sormuştu:

"Türkiye’de parlamento askerlerin emirlerine kafa sallıyor. Sivil görünüşlü kukla hükümetler işbaşında. Ya büyük Türk medyası? Hürriyet, Milliyet, Tercüman, vs. ne yapıyor? Cunta’ya karşı tavır aldılar mı?"

"Madam Vlahou, yaraya parmak bastınız" demiştik. "İkimiz de bir sol yayınevinin yöneticileriyiz. Birçok meslektaşımız ya hapiste, ya işkencede... Ama Uluslararası Gazete Sahipleri Birliği’nin toplantılarında karşılaşmış olduğunuz Simaviler, Karacanlar, Ilıcaklar generallere kavuk sallamakla meşgul. Biz Yunan halkı kadar şanslı değiliz. Bizim bir Madam Vlahou’muz yok. Öyle de olsa, kavgaya devam edeceğiz."

Duyguluydu. Direnişçi iki genç Türk gazetecisiyle tanışmaktan mutluydu. Bizleri öperek veda ederken, "Umarım bir gün, demişti, Ege’nin iki yakasında da zulüm son bulur, siz de, ben de kendi ülkelerimizde çok sevdiğimiz gazetecilik mesleğini onurla sürdürmeye devam ederiz..."

Yunanistan faşist rejimden kurtulalı 45 yıl oldu… Türkiye ise 1980 darbesiyle faşist rejimin "askeri"sini bir kez daha yaşadıktan sonra, 2002’den bu yana da "islami"sini yaşamaya devam ediyor.

Tüm bu süreçte Türkiye’de Madam Vlahou gibi diktanın her türlüsüne karşı durabilen kaç iş insanı çıkmıştır bilmiyorum, ama çıkabilenlerin içinde ödün vermeden, zindana düşme bahasına direnen tek örnek herhalde Osman Kavala…

Tayyip mecellesinin sadistçe hedef aldığı üç örnek direnişçinin yaş ve mücadele geçmişi itibariyle en kıdemlisi kuşkusuz 60’lı yılların sonundan beri kesintisiz sosyalist mücadele yoldaşımız, gazeteci ve yayıncı olarak meslektaşımız Ragıp Zarakolu…

Ragıp’ı 1968’de İstanbul Üniversitesi’ndeki büyük direnişin ve işgalin ön saflarında yer alan 20 yaşındaki bir genç olarak tanımıştım. Bizzat yaşadığı o direnişin öyküsünü ve işçi sınıfı mücadelesine bağlanışını Ant Dergisi’nde yayınladığımız yazısında şiirsel güzellikte dile getirmişti.

Sonrasını Ragıp’ın Mayıs ayında yayımlanan bir yazısından naklediyorum:

"İlk yazım 1968’de Ant dergisinde çıktı. Aynı yıl Masis Kürkçügil ile Yeni Ufuklar dergisinin 68 Hareketi özel sayısının editörlüğünü üstlendik. Sürekli olarak yazmaya haftalık Ant dergisinde başladım, 1969 yılında, 1970 yılında da yazı kuruluna girdim… 15-16 Haziran olayı patlayınca kendimi Partizan dergisi yazı kurulunda buldum. Ant ve Partizan dergileri yazı kurulunda olmam nedeniyle ‘gizli örgüt’ yöneticisi olmaya terfi ve TCK 141. Maddeden mahkûmiyet. 8 yıl hapis, 1.5 yıl Afyon’a sürgün… "

Benim de "aranan sanık"ları arasında bulunduğum TKP davasında aldığı bu mahkûmiyete ek olarak Vietnam Savaşı ve Ho Şi Minh’e ilişkin aylık Ant dergisinde çıkan yazısından dolayı da 1.5 yıl hapse mahkum olmuştu.

1974 affından sonra özgürlüğüne kavuşsa da eşi Ayşe Zarakolu ile özellikle Türkiye tarihinin kara lekeleri olan soykırımlar üzerine başlattığı, eşinin zamansız vefatından sonra tek başına sürdürdüğü yayınlardan dolayı Ragıp’ın başı hiçbir zaman dertten kurtulmadı.

Ragıp’ın davalarının bir dökümü özgür ansiklopedi Wikipedia’da ayrıntılı olarak yer alıyor.

Ragıp 2011’de, BDP’nin parti akademisi açılışında yaptığı bir konuşmadan dolayı "Terör örgütüne yardım ve yataklık" iddiasıyla tutuklanarak ağır ceza mahkemesine verildi. 2016’da da Özgür Gündem gazetesinin dayanışma kurulunda yer aldığı için yine aynı iddiayla yeniden ağır ceza mahkemesine sevk edildi.

Bu baskılar nedeniyle o da bizler gibi siyasal sürgünler kafilesine katılmak zorunda kaldı, ama Tayyip terörü 71 yaşındaki Ragıp’ın yakasını bırakmaya hiç niyetli değil. Hakkındaki Türkiye’ye geri gönderilmesi talebi İsveç mahkemesince reddedilince, bu kez de yurda dönüp yeniden hapse girmesini sağlamak için emir kulu mahkemelerden birinden Türkiye’deki mal varlığına ve de yıllarca çalışmasının haklı karşılığı olan emekli aylığına el konulması kararı çıkarttırdı.

Türkiye’deki mal varlığına el koyma, 12 Eylül darbesinden sonra Evren Cuntası’nın özel bir kanun çıkartarak vatandaşlıktan attığı sürgündeki muhaliflerine karşı başlattığı bir baskı uygulamasıydı.

Uygulama ilk ağızda sürgünde susmak bilmeyen muhalifleri hedef almıştı ama cuntanın bir diğer hesabı da, yıllarca Avrupa’nın yeraltı madenlerinde, en ağır işlerde çalışarak biriktirdikleri parayla Türkiye’de, ev, arsa, tarla satın almış göçmen işçilerin "mallarına el konabileceği" tehdidiyle muhalif kişi ve kurumlarla ilişkilerini kesmekti.

Bugün Ragıp’ın maruz kaldığı insanlık dışı uygulama, hiç kuşku yok, yasal dayanağı olmasa da, önümüzdeki dönemde siyasal sürgünlere ya da Tayyip iktidarına muhalif olan tüm göçmenlere karşı bir tehdit ve baskı unsuru olarak kullanılacaktır.

Zarakolu, Kavala ve Yüksekdağ gibi Türkiye için iftihar sembolü üç şahsiyete yapılan baskıların gerisinde, bir kişisel hesaplaşmadan da öte, Suriye’nin kuzeyindeki askeri işgal, Türkiye’nın güneydoğu illerindeki kayyum atama ve belediye başkanı tutuklama operasyonlarıyla Kürt ulusuna ve onun kurumlarına karşı onyıllardır sürdürülen baskıların artık inkar edilmez şekilde bir topyekun savaşa dönüşmekte olması var.

Anımsayalım… Figen Yüksekdağ, tıpkı HDP’nin diğer eşbaşkanı Selahattin Demirtaş gibi, Kürt ulusunun haklı demokratik taleplerini dile getiren bir partinin başında bulunduğu için yıllardır demir parmaklıklar arkasındadır.

Osman Kavala’nın yıllardır zindanda tutulmasının başlıca nedeni de Kürt sorununa siyasal ve barışçıl bir çözüm arayışına sürekli destek olmasıdır.

Ragıp Zarakolu ise Türkiye’de sadece Kürt ulusunun değil, Ermeni, Asuri, Grek uluslararının uğradığı baskıları, soykırımları gün ışığına çıkartan eserler yayınladığı için Türk-İslam sentezcilerinin sürekli hedefindedir.

Bittabi sadece Zarakolu, Kavala ve Yüksekdağ değil, daha yüzlerce insan hakları savunucusu aynı nedenlerle ya zindanda ya da sürgündedir.

Avrupa Birliği’nin son Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra oluşan yeni karar ve yönetim organlarıyla "Bekle-Gör" siyasetini bir yana bırakarak AKP diktasına karşı daha ciddi tedbirler almasının zamanı gelmiştir.

Avrupa Parlamentosu’nun geçen dönemdeki Türkiye raportörü Kati Piri’nin belli eleştirileri, genel kurula sunduğu ayrıntılı raporlar AKP yönetimini ve onun emrindeki yalaka medyayı son derece rahatsız ediyordu.

Bunda, Türkiye siyaset erkânının Avrupa Parlamentosu üyesi kadın siyasilere karşı önyargılı olmasının da etkisi vardı.

Unutmak mümkün değil, bundan 24 yıl önce, 1995 yılında, AP üyesi üç kadın parlamenter, Alman milletvekili Claudia Roth, İngiliz milletvekili Pauline Green ve Fransız milletvekili Catherine Lalumière, Türkiye’de insan hakları ihlallerini eleştirdikleri zaman, dönemin DYP’li devlet bakanı Ayvaz Gökdemir, kendileri hakkında "üç fahişe" ifadesini kullanmış ve de kıyamet kopmuştu.

Geçtiğimiz dönemde Hollandalı Kati Piri’ye açıkça bu düzeyde hakaret eden çıkmamış olsa da, Reis-ül İslam Erdoğan, 13 Mart 2019’da Türkiye’ye ağır eleştiriler içeren Kati Piri raporunun AP Genel Kurulu’nda 109’a karşı 370 oyla kabul edilmesi üzerine küplere binmişti: "Avrupa Parlamentosu'ndaki kadını zaten hiç dile dolamaya gerek yok, propagandasını yapmayalım. Bunlar dürüst değil. Bunlar samimi değil. Şunu unutmayacağız. Biz Müslümanız. Bunlar ise İslam düşmanı."

Seçim sonrası Kati Piri’nin yerine Türkiye raportörlüğüne getirilen İspanyol Nacho Sanchez Amor, Türkiye’deki insan hakları ihlalleri konusunda ne tavır alacak?

Geçen gün Euronews Türkçe’ye verdiği demeçte Demirtaş ve Kavala’nın tutukluluğu konusunda eleştirel ifadeler kullanmakla birlikte, yine de İspanya’yı örnek göstererek iktidarın hoşuna gidecek tavsiyelerde bulunmaktan geri kalmamış: "Biz de İspanya'da benzerini yaşadık. Siyasete girip mücadelesini bu alanda vermek isteyenlerle şiddete başvurmayı tercih edenler arasında bir ayrım gözetmek zorundasınız."

İspanyol raportörün İspanya’yı örnek göstermiş olması, hiç de iyi bir başlangıç değil… Zira, Katalan Ulusu’nun özgürlük mücadelesini temsil eden siyasetçilerin bir kısmı tıpkı Demirtaş ve Yüksekdağ gibi Madrid’te Franko özentisi siyasetçi ve hakimlerin ortaklaşa komplosu sonucu hâlâ zindanda yatıyor. Bir kısmı ise eski Kürt milletvekili dostlarımız Remzi Kartal ve Zübeyir Aydar gibi, Belçika’da siyasal sürgün…

İnanılır gibi değil, ama son seçimlerde bu Katalan liderlerden Carles Puigdemont, Toni Comín ve Oriol Junqueras Avrupa Parlamentosu’na seçildikleri halde, parlamento yönetimi bu üç milletvekiline Madrid tarafından suçlu sayıldıkları gerekçesiyle akreditasyon vermeyi reddetmişti.

Neyse ki, Avrupa Birliği Adalet Divanı geçtiğimiz hafta arka arkaya aldığı kararla üç Katalan milletvekilinin Avrupa Parlamentosu toplantılarına katılma hakkı olduğuna karar vererek hem İspanyol Hükümetine, hem de Avrupa Parlamentosu yönetimine hak ettikleri şamarı indirdi.

Oriol Junqueras halen Madrit’te hapiste olduğu için toplantılara şimdilik katılamayacak… Carles Puigdemont ile Toni Comín ise Avrupa Parlamentosu uzun Noel tatiline girmeden önce geçici akreditasyonlarını aldılar ve tatil sonrası ilk oturuma muzaffer şekilde katılacaklar.

Daha önce de yazmıştım… Avrupa kıtasının batı ucunda Franko döneminin kalıntılarından hâlâ tamamen arınamamış olan İspanya ile doğu ucunda ırkçısı, militaristi, islamcısıyla faşizmin tüm renklerini tanımış olan Türkiye sadece Avrupa Birliği için değil, tüm Avrupa demokrasileri için bir baş ağrısı olmaya devam ediyor.

Bugün üç Katalan özgürlükçüsünün kapılarını zorlayarak Avrupa Parlamentosu’na girmiş olmaları, bu iki ülkenin demokrasi güçleri için önemli bir başarıdır.

İnanıyorum ki, Türkiye raportörü Nacho Sanchez Amor ne derse desin, Türkiye’de Demirtaş’ların, Yüksekdağ’ların, Kavala’ların ve Zarakolu’ların haklı mücadelesi Katalan milletvekillerinin müdahaleleriyle yeni bir ağırlık kazanacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi