Ferit Karahan: Yusuf korkmasaydı film biterdi

Eşi Gülistan Acet’le birlikte filmin senaristi de olan Karahan, altı yıl okuduğu Yatılı Bölge Okulları deneyiminden kalma zincirlerinden de Okul Tıraşı sayesinde kurtulduğunu söylüyor.

Yanından geçip gittiğimiz Yatılı Bölge Okulları’nda (YİBO) gözlerini yollara dikmiş, küçük yaşta şiddetin, baskının, kapatılmanın hüznüne boğulmuş çocuklar olduğunu fark etmeyiz bile. Fakat bu cendereden geçmiş çocuklardan biri olan yönetmen Ferit Karahan, sonraki yıllarda kendisini sürekli takip eden YİBO hikâyesinden esinlenerek çok çarpıcı bir film çekti.

Eşi Gülistan Acet’le birlikte senaryosunu da yazdığı Okul Tıraşı’nda Karahan izleyiciyi şehirden uzak, karların eksik olmadığı ücra bir yamaca kurulu, katı kuralların, şiddetin, sahipsizliğin, kimsesizliğin hüküm sürdüğü bir yatılı okula götürüyor.

Okul Tıraşı güçlü olay örgüsü, müthiş karakter derinliği ve hikâyesi alabildiğine yerel, olabildiğince evrensel olduğu için hem ulusal hem de uluslararası alanda büyük ilgi görüyor. Daha şimdiden yirmiyi aşkın ulusal ve uluslararası ödüle layık görülen film, eleştirmenlere bakılırsa Türkiye’nin Oscar adayı olmalıydı ama elbette iktidarın tercihi bu yönde olmadı. Nitekim Okul Tıraşı filmi Oscar’dan önce son çıkış olarak değerlendirilen Altın Küre Ödülleri’nde ilk 25’e girerken, Sanatsal Etkinlikler Komisyonu’nun Oscar’a aday gösterdiği film bu sıralamaya giremedi.

Meselenin bu boyutu daha çok su kaldıracak gibi görünüyor. Şimdi yönetmen Ferit Karahan’la Okul Tıraşı ve YİBO deneyimine dair sohbetimize dönelim…

Yatılı Bölge Okulları (YİBO) ilk olarak ne zaman, hangi maksatla kuruldu?

YİBO’lar ilkin 1939 yılında kurulmuş ama 1962 yılında çıkarılan bir kanunla da ülke genelinde yaygınlaştırılmış. Bu okullar esas olarak bizim bölgede, yani Doğu ve Güneydoğu’da yaygın ama Karadeniz’de de yaygın. YİBO’ların hemen hepsi mimari açıdan birbirinin kopyasıdır. Zaten mimari yapısı bile buralarda nasıl bir tektipleştirme eğitimi verildiğine dair fikir vericidir.

Nasıl bir mimari yapıdan söz ediyorsunuz?

Neredeyse istisnasız biçimde şehirden uzak, toplumdan yalıtılmış bölgelerde inşa edilmiş YİBO’lar. Zamanla şehirler büyüyünce bazı YİBO’ları da içine aldı ama doğrudan şehrin ortasında kurulmuş bir YİBO görmedim. Mimari olarak ortasında bir basket sahasının olduğu okul ve yatakhaneler; okulun dibinde yemekhane, pansiyonun dibinde genelde kullanılmayan çamaşırhane… Çamaşırhane çoğunlukla çarşafların yıkanması için kullanılır. Çocuklar ise kıyafetlerini tuvaletlerde yıkar.

Neden?

Çok fazla çocuk, az sayıda çalışan var ve her şey birbirine karışıyor.

Okul Tıraşı filmi için neden Van-Bahçesaray’ı tercih ettiniz?

Hikâye kışın, karlı bir dönemde geçiyor. Dolayısıyla öncelikle Van, Hakkâri, Bitlis, Kars, Ağrı, Bingöl, Muş, Erzurum gibi yerlere baktık. YİBO’lar aslında devlet politikasının başarılı olduğu, hedefine ulaştığı az sayıdaki projelerden biri. 1800’lerin sonunda milletlerin birbirinden ayrışmaya başladığı dönemde, İttihat ve Terakki’yle ortaya çıkan paramiliter gruplar zamanla yayılıyor. Hamidiye Alayları Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra şekil değiştiriyor ama bu tür paramiliter yapılar 1920’lere kadar bir şekilde varlığını devam ettiriyor. 2. Dünya Savaşı’na kadar da bu tür paramiliter grupların işlevselleştirilebileceği düşünüldüğü için tamamen dağıtılmıyorlar. Soğuk Savaş döneminde de Amerika lehine, komünistlere karşı askeri eğitim kamplarının oluşturulduğunu ve birtakım gençlerin buralarda eğitim aldığını biliyoruz. Her darbe döneminin bu paramiliter grupları palazlandırdığını da biliyoruz.

YİBO’LARDA OKUYANLARIN ÇOK AZI DEVLETİN HEDEFLEDİĞİNİN DIŞINA ÇIKABİLDİ

Tüm bunların YİBO’larla ilgisi ne?

Bu yaklaşım eğitim politikalarına da sirayet etti. Devletin himayesindeki milliyetçilik akımları açısından YİBO’lar önemli bir kaynak ve hedefti. 1980’lerin sonunda Sovyetler dağılıp da tek kutuplu dünya düzenine geçilince ABD, belli ülkelerde kendi lehine çalışan paramiliter milliyetçi grupları geri çekme ihtiyacı hissetti. Bu grupların bir süre sonra kendisine yönelmesinden çekindi. Fakat Türkiye’de bu olmadı. Çünkü 1980’lerin sonunda Kürt meselesinden kaynaklı olarak paramiliter gruplar daha da güçlendirildi… Uzun lafın kısası eğitim politikalarını doğrudan etkileyen milliyetçi ideolojinin kökeniyle YİBO’ların oluşturulma amacı birbiriyle örtüşüyor. Çocukları asimile etmek, tek tornadan çıkarmak, "terbiye etmek" söz konusu milliyetçi akımlar açısından zaten temel hedeflerden biri olageldi.

Az önce "YİBO’lar devlet politikasının başarılı olduğu, hedefine ulaştığı az sayıdaki alanlardan biri" demiştiniz. Gerçekten de orada okuyan çocuklar "terbiye edildi" mi?

Maalesef öyle oldu. YİBO’larda eğitim gören çok az insan, devletin hedeflediğinin dışında bir alana evrilebildi.

Çoğunluğa ne oldu peki?

Sistemin içinde eridiler. İdeolojik olarak çoğunlukla sağcılığın, İslamcılığın; Kürt, Türk, Laz, Çerkes farketmeksizin Türk milliyetçiliğinin etkisi altındalar. Başka bir hatta geçmiş, kendince özgün bir fikir geliştirmiş olanlar enderdir.

Türkiye genelinde kaç YİBO var?

Oran itibariyle yüzde 45-50 civarında en fazla YİBO Doğu ve Güneydoğu’da var. Bu da 260 civarında okula denk geliyor. Daha sonra da sırasıyla Karadeniz, Akdeniz, İç Anadolu geliyor. En az YİBO yüzde 3,7 ile Ege ve yüzde 3.3 ile Marmara’da var. Düşünün, sadece Bitlis’te 11 YİBO var. Zaman içinde buralardan milyonlarca çocuk geçtiğini düşününce, büyük, devasa bir projeden söz ediyoruz. 

YİBO’LARDA ÇOCUKLARIN TOPLUMLA İLİŞKİSİNE KESİK ATILDI

Buralarda sadece erkek çocuklar mı eğitim görüyor?

Hayır, karma YİBO’lar da var. Ama benim okuduğum Ağrı- Patnos’taki okulda sadece erkek çocuklar vardı. Birkaç kız çocuğu geliyordu ama aileleri kızlarının o kadar erkek çocuk içinde okumasını istemediği için okuldan alıyordu. Ama örneğin Malazgirt’te, Muş’ta karmaydı.

Siz Muşlusunuz, neden YİBO için Patnos’a gittiniz?

Okula sınavla giriyorsunuz ve ben Patnos’u kazandım. 11 yaşında, küçücük, cılız bir çocuktum ve abim beni götürdü Patnos’a. Hatta bizim köyün çıkışında küçük bir su birikintisi vardı ve oradan atlayamadığım için abim beni kucağında taşımıştı. Annem hâlâ "küçücük evladımı kucakta götürüp otobüse koydunuz, elimde büyüyemedi" diye söylenir. YİBO olmasaydı okuyamazdım. Çünkü ortaokul sadece Muş’ta vardı ve orada kalacak yerimiz, ev tutacak paramız yoktu. Bu açıdan YİBO’ların mutlak kötü olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu, YİBO’ların yapısını olumlamak anlamına gelmez. Sistemi, yapısı, ideolojisi pekâlâ böyle olmayabilirdi. Sorun zaten burada. Eğitim, bireyin yaratıcı yönlerini bastırmak, onu tektipleştirmek için değil, bu yönleri ortaya çıkarmak için yapılmalı. YİBO’larda ilki yapıldı. 

Nasıl yapıldı bu?

Bir kere YİBO’larda çocukların toplumla ilişkisine kesik atıldı. Birey aile üzerinden toplumla ilişki kurar ama YİBO’larda aileden de, toplumdan da yalıtılıyorsun. Zaten şehrin dışında, kapalı mekânlarda tutuluyorsunuz. YİBO’daki çocukların önemli bir kısmı daha sonra ailesiyle de sağlıklı ilişki kuramıyor.

Ama YİBO’da büyük bir kalabalıkla iç içesiniz…

Evet, ama o kalabalığın içinde yapayalnızsın. Akran zorbalığı ve diğer hiyerarşik ilişkiler bir yana, Kürt meselesinden kaynaklı da ciddi bir baskıyla karşılaşıyorsunuz. Öğretmenine bakıyorsun, senden farklı, aksansız Türkçe konuşuyor, kendi çocuğunu ders verdiği YİBO’da değil başka bir okulda okutuyor… Kendi çocuğuna reva görmediği eğitimi sana veriyor. YİBO’daki tüm pratik kendini daha aşağıda hissetmene neden oluyor. Avrupa ülkelerinde genelde zengin çocukları daha iyi bir eğitim için yatılı okullara kaydedilir. Bizde eğitim filan yoktu.

Nasıl yani?

Öğretmenler genelde asker öğretmendi ve mecburi hizmet kapsamında, çok deneyimsizken geliyordu. Bir kısmı "zaten burada kalıcı değilim" diye düşündükleri için seni yetiştirmeye de odaklanmıyordu.

ÖĞRETMENLER YİBO’LARA EĞİTİM İÇİN DEĞİL, BEKÇİLİK İÇİN GÖNDERİLİYORDU

Okul Tıraşı’nda bir öğretmen müdüre hitaben "ben bekçi değil, öğretmenim" diyor ama aslında YİBO’lar bir anlamda da ideolojik bekçilik işlevi görüyor, değil mi?

Tabii, aslında o öğretmenler YİBO’lara eğitim için değil bekçilik yapmak için gönderiliyor. Pratikte de bekçilik yapıyorlar zaten. Öğrenciyi sıraya sokmak, yemeğini yedirmek, altına işeyen çocuğun yatağına naylon serdirmek…

Çocuklar arası hiyerarşi nasıl işliyordu?

Acımasız bir dünya var YİBO’larda. Çocuklar birbirlerinin açığını yakaladığı anda onu kullanmaktan geri durmazdı. Örneğin aynı köyden on-yirmi çocuk varsa, bunlar gruplaşıp tüm çocukların üzerinde tahakküm kurabiliyorlardı. Kavganın, dövüşün, yaralamanın olmadığı gün yoktu.

ÖĞRETMENİN YUMRUKLARIYLA GÖZÜMDE ÇAKAN ŞİMŞEKLER HÂLÂ AKLIMDA

En çok dayağı akranlarınızdan mı, öğretmenlerinizden mi yediniz?

Ben daha çok öğretmenlerden dayak yedim. Birkaç arkadaşla da küçük bir örgütlenmemiz olduğu için akran dayağı çok yemedik. Bir seferinde içeriden sınıfın kapısını sertçe açınca, koridordaki matematik öğretmeninin ya ayağına veya yüzüne çarptı. Hoca beni bayıltana kadar yumruklarla dövdü, ayılttı ve tekrar bayıltana kadar dövdü. Üç defa bayılmışım. O gün öğretmenin yumruklarıyla gözümde çakan şimşekler hâlâ aklımda. Daha 12 yaşında, küçücük bir çocuktum. Şimdi bir öğretmen aynı şeyi yapsa ve görüntüleri yayınlansa ülke ayağa kalkar ama biz bunu her gün yaşıyorduk. Tekme, tokat, sıra dayağı… Okul Tıraşı’nda gördüğünüz dayaklar, yaşananların yüzde onu bile değil!

Peki, neden şiddeti olabildiğince az gösterdiniz filmde?

Çünkü filmi şiddet pornografisine hapsetmek istemedim. Ayrıca o yoğun şiddeti habire göstermek bir süre sonra onu olağanlaştırma riski de barındırıyor. Hâlbuki bazen atılan bir tokat, oradaki genel işleyişi gayet çarpıcı biçimde göstermeye yeter. Belli bir konuda nefreti olan sinemacıların düştüğü hataya da düşmek istemedim.

OKUL TIRAŞI’NI ÇEKERKEN NEFRETİMİ BASKILAMAYA ÇALIŞTIM

Nefretiniz yok mu yani?

Var tabii. Beni bu filmi çekmeye yönelten de o duygu. Ama filmi çekerken bunu olabildiğince baskılamaya, hikâyeyle aramdaki mesafeyi ayarlamaya çalıştım. Öte yandan zamanla aslında öğretmenlerin de bu sistemin bir mağduru olduğunu görmeye başladım. Çünkü istemedikleri bir yerde, istemedikleri bir işi yapmak zorundaydılar. Oysa devlet pekâlâ sistemi böyle işletmeyebilirdi. Gerçi şu anda Kürt gençleri öğretmen olup kendi şehirlerinde, bölgelerinde isteyerek öğretmenlik yapıyor. Ama bin beş yüz öğrencinin okuduğu, yüze yakın öğretmenin çalıştığı bizim okulda sadece bir tane Kürt öğretmen vardı. İngilizce hocasıydı o da.

Onun diğer öğretmenlere göre öğrencilere karşı tavrı nasıldı?

Daha kötüydü ve sanırım mutsuzdu. Sanırım bizim "terbiyesizliklerimiz" onu diğer öğretmenler karşısında utandırıyordu.

DAHA AZ DÖVENİN DAHA İYİ, HİÇ DÖVMEYENİN MUTLAK İYİ OLDUĞUNU KİM SÖYLEYEBİLİR?

Öğretmenler de bu sistemi mağduru diyorsunuz ama pekâlâ bir öğrenciyi bayıltana kadar dövmeyebilirlerdi…

Tabii ama bu da sistemle ilgili bir mesele. Açıkçası YİBO sistemi içinde bozulmayan tek bir öğretmen görmedim. İdealist bir öğretmen geliyor, ilk ay dövmüyor, ikinci ay dövmüyor. Hatta döven hocaları yadırgıyor. Ama etrafına, diğer hocalara, öğrencilerin alıştırıldığı sisteme bakıyor, üçüncü ay sopayı en sert indiren o oluyor. Bu bir çark ve öğrenciyi de, öğretmeni de öğütüyor. Okul Tıraşı’nda mutlak iyi ve mutlak kötü birkaç öğretmen olsaydı izleyici açısından daha "rahatlatıcı" olabilirdi. Ama bu film insanın salt iyi veya salt kötü olduğunu asla söylemiyor. Daha az dövenin daha iyi, hiç dövmeyenin mutlak iyi olduğunu kim söyleyebilir? Bizim durumumdaki insanlar için YİBO’da okumak, örümcek ağına takılan sinekler misalidir. Çırpındığında kanatlarından oluyorsun, yani YİBO’dan çıktığında okuyamayacaksın, durduğun zaman da örümceğe, eğitim sistemine yem oluyorsun. YİBO’larda bütün sistem itaat ettirmeye dayalıydı ki, şu an bu sistem tüm topluma uygulanıyor. Sistem itaati hedeflediğinde, o düzenin bekçileri itaat beklerler ve biat etmediğinizde şiddet uygulamayı kendilerinde hak görürler. Ama sistemi değiştirdiğinizde, bekçilerini de dönüştürmüş olursunuz.

YUSUF KORKMASAYDI FİLM BİTERDİ

Okul Tıraşı’nda sistemin yarattığı enkaz görünür kılınırken neden bütün hikâye dönüp dolaşıp öğrencinin yalanına bağlanıyor? Dahası, neden sistemin görünür yürütücüsü ve sorumlusu konumundaki müdür gerçeği ortaya çıkaran kişi oluyor?

Açıkçası senaryoyu yazdıktan hemen sonra bu eleştirinin geleceğini biliyordum. Ama burada esas tartışmamız gereken korku atmosferinin insanları ve hakikatleri ne hale soktuğudur. Korkan insan yalan söyler; tıpkı şu anki Türkiye gibi. Herkes, her konuda yalan söylüyor. Bazen küçücük bir yalan yahut saklanan küçük bir ayrıntı bile büyük bir meseleye dönüşebiliyor. Filmde çocuğun (Yusuf) yalan söylemesi normal, çünkü korkuyor. Neyden korkuyor? Bu soruyu deştiğin anda, bir bütün olarak sistem eleştirisine kapıyı aralıyorsun. Ayrıca eğer Yusuf korkmasaydı film biterdi. O zaman da tüm bu sistem eleştirisinden mahrum kalırdık. Mesele Yusuf’un yalanı değil, onu yalan söylemek zorunda bırakan, bütün sorumluluğu, yükü onun sırtına bırakan sistemin yarattığı korku atmosferi. Hiyerarşik güç ilişkilerinde kabak çoğunlukla en zayıf halkanın başına patlar. Saç Tıraşı’nda bu halka Yusuf’tur, şu anki Türkiye’de yoksul halktır vs.

YİBO’da okuduğunuz sırada öğrencilerin dayağa, şiddete, baskıya dayalı bu sisteme karşı geliştirdikleri herhangi bir direnç mekanizması var mıydı?

Ortaokul öğrencilerinde bu asla yoktu. Daha ziyade liseliler bu direnç mekanizmalarına başvuruyor. Şimdi lise öğrencilerini işlediğimiz film üzerine çalışıyorum ve o bir direniş öyküsü. Ortaokul çocukları daha ana kuzusu zaten. Üç yıl okuyup artık sistemi kavramaya başladıklarında zaten okul bitmiş oluyordu. Bazı YİBO’larda ilkokul birinci sınıftan başlayan çocuklar da vardı. 7 yaşında okula gidiyor, 15’inde çıkıyor. Onlar bizim gibi ortaokuldan başlayan çocuklara göre daha fazla korkutulmuş, sindirilmiş oluyordu. Çünkü hayata gözlerini açtıkları anda kendilerini o sistemin içinde bulmuş, temelden manipüle edilmiş oluyorlar.

ORTAOKUL ÖĞRENCİLERİ SİGARAYI, İLKOKUL ÖĞRENCİSİ EMZİĞİNİ SAKLARDI

Sizin okulda da var mıydı ilkokul öğrencileri?

Tabii. Biz ortaokul ikideyken sigara içiyorduk ve hocalar yakalamasınlar diye donlarımıza saklardık sigara paketini. Bir tane ilkokul çocuğu vardı, emziği daha bırakamamıştı. O da emziğini donunda saklardı. Bunlar gerçek ama filme koyduğun anda gerçeküstü gelir izleyiciye.

Gündelik rutin nasıl işliyordu okulda?

Asla şaşmayan, tamamen askeri dakiklikte bir sistem olduğu halde belirsizliğin, korkunun hâkimiyetinde bir rutin vardı. Sabah 4:45’te kalkıp 5’te etüt, 6-7 arasında kahvaltı, 7:15’te sıra, 7:30’da ders, 11:30’da öğlen arası, 13’e kadar yemek, 13-17 arası ders, sonra bir saatlik mola, ardından akşam yemeği, 7-8 arası yine etüt, sonrasında yatakhane ve yatış.

Filmde geçen yemini her yemekte okutuyorlar mıydı?

Genelde öğlen yemeklerinde okutulurdu.

OKULDA ÖZEL TİM NÖBET TUTARDI VE AMAÇ BİZİ KORUMAK DEĞİL, DAĞA GİTMEMİZİ ENGELLEMEKTİ

1990’larda, savaşın en çetin olduğu dönemde YİBO öğrencisiydiniz. 1990’lardaki atmosfer size nasıl yansıyordu?

Savaş atmosferinde, izole bir ortamdaydık ama bizim okulda Özel Tim nöbet tutardı ve amaç bizi korumak değil, dağa gitmemizi engellemekti. Ayrıca çatışma çıktığı zaman çarşı iznine çıkamıyorduk. Okulda TRT neyi haber yapıyorsa, savaşa dair onu biliyorduk aslında.

Peki, size ilaveten propaganda yapılıyor muydu?

Sürekli! Her Pazartesi ve Cuma sabahlarında sıraya konduğumuzda zaten bir propaganda metni okunuyordu ama diğer günlerde de, filmde de görüldüğü üzere sık sık devletin siyasi propagandalarına maruz kalıyorduk.

Aileler ziyarete geliyor muydu?

Benim ailem beni hiç ziyarete gelmedi. Yazın ve ara tatilde köye gidiyordum. Köydeki evde telefon da yoktu, sonradan telefon bağlanınca da jetona verecek para olmazdı. Ayda en fazla bir, iki defa konuşabiliyorduk. Biz dokuz kardeşiz ama bir tek ben yatılı okudum. Abim zaten dışarıdan okudu, benden küçükler de benim ne kadar olumsuz etkilendiğimi gördükleri için yatılıya gitmediler. Zaten zamanla merkezde okul da yapılınca gidip geldiler.

KENDİMİ EVLATLIK GİBİ HİSSEDİYORUM

Nasıl etkilendiniz o sistemden?

Şu anda bile ailemle çok iyi bir ilişkim yok. Kendimi evlatlık gibi hissediyorum. Ailem de öyle hissediyor. Bir karar aldıklarında bana sormazlar, ben onlara sormam. Yazları köye giderdim ama genelde çobanlık yapar veya tarlada çalışırdım. Zor bir süreç ve biz YİBO’larda okuyan herkes bu süreçleri yaşıyoruz.

Ailenize öfkeli misiniz?

Çok! Asla barışamıyorum. Çocuğum olduğunda affederim diye düşünüyordum ama baba olunca aileme öfkem büyüdü.

Anneye mi, babaya mı?

Daha çok anneme öfkeliyim galiba. Babam gariban bir adamdı, annem beni göndermemeye ikna edebilirdi onu.

YİBO’DAYKEN YETİM ÇOCUKLARA ÖZENİRDİK, ONLARIN YURDUNDA DAYAK YOKTU

Okula göndermeyip çoban yapsalar daha mı iyi olurdu?

Evet, YİBO’da okumak yerine çobanlık yapsam daha mutlu olurdum. Şefkat bir insan için, özellikle çocukluk döneminde çok önemlidir. Biz bundan mahrum büyüdük. Kardeşlerimle bile birbirimizi doğru dürüst tanıyamadan büyüdüm. YİBO’da o dayakları yerken içinden hep ailen tarafından terk edilmişsin hissi geçiyor. Bizim okulun yanında Sosyal Yardımlaşma Yurdu vardı. Orada da yetim çocuklar kalırdı ve dayak yoktu. Arkadaşlarımızla bir araya gelip "keşke anne-babamızdan biri ölse de bizi de oraya koysalar" dediğimizi hatırlıyorum. YİBO o kadar ağırdı bizim için. Ayrıca o yurtta çocuklara kıyafet, ayakkabı da verilirdi. Biz aynı zamanda fakirliğin de en dibini yaşıyorduk. Üç sene boyunca ailem bana sadece bir çift ayakkabı, bir takım elbise alabildi. Okulda bize verdikleri ayakkabı zaten kâğıt gibiydi.

Filmde çocukların kantinciden iki dal sigara aldıkları bir sahne var. O sırada dizilmiş çikolatalar da görünüyor. Kantinden alışveriş yapar mıydınız?

Valla senaryoyu yazarken Gülistan’la (Okul Tıraşı’nın ortak senaristi Gülistan Acet) bunu konuştuk. Bir kez bile o çikolatalardan aldığımı hatırlamıyorum. Bizim en büyük lüksümüz kantinden Lezzo almaktı, o da ayda-yılda bir olurdu.

YİBO’da okumak, daha sonraki yıllarda kadınlarla ilişkinizi de etkiledi mi? İnsanlarla ilişkilerinizde itaat etme veya tahakküm kurma gibi eğilimleriniz oluyor mu?

Zaten üniversiteye kadar kız arkadaşım olmadı. Üniversitedeyken de ilişkilerimde ilk başlarda itaat etmeye, sonra tahakküm kurmaya yöneldiğimi söyleyebilirim. Tabii üniversitedeyken politik bir yapının içindeydim, dolayısıyla oradaki arkadaşların tavır ve davranışları da kendime çeki-düzen vermemi sağladı. Ayrıca okuyarak da çok şey öğrendim. Çünkü bizim gibi çocuklar hayat bilgisini deneyimlerden çok kitaplardan edinirler. İnsanların aile içinde gayet rahatlıkla elde ettikleri hayat bilgisi bizim açımızdan tek başına keşfedilip bulunması gereken bir cevhere, hayatta kalma rehberine dönüşüyor. Birlikte olduğun kadının aslında senin astın, alt sınıfın, emir erin veya amirin, hocan, müdürün, seni emziren annen olmadığını anlaman zaman alabiliyor.

BİRBİRİMİZİ GÜÇ VE OTORİTE KARŞISINDAKİ TUTUMLARIMIZ ÜZERİNDEN TANIYORDUK

YİBO’da binlerce çocukla bir arada yaşamaktan daha büyük bir hayat bilgisi olur mu?

Biz orada aslında birbirimizi olağan koşullar içinde değil, güç ve otorite karşısındaki tutumlarımız üzerinden tanıyorduk. Oysa sosyal hayatta her şeyi bu belirlemez. Dolayısıyla YİBO’daki hayat bilgisi sosyal yaşam içinde sizi yanlış da yönlendirebilir. Elbette bir insanın güçle kurduğu ilişki onun karakterini yansıtır. Askerlik benzetmesi yapılabilir YİBO’yla ama tam öyle değil. Askerde sana verilen emri yerine getirmen istenir. Ama YİBO’da sana verilen emri içselleştirmen de beklenir. Yalan söyleyerek askerliği bitirebilirsiniz ama üç ila altı yıla yayılan YİBO eğitimini bu şekilde bitiremezsiniz. Size söyleneni yapmak kadar, olmasını istediğiniz kişi de olmak, o tornadan geçmek zorundasınız. Zaten çok küçük yaşta, ham olduğun için de o kalıba girmeye çok hazırsınız. Bana göre askerlik, yatılı okulun yanında çocuk oyuncağıdır.

Askerlik yaptınız mı?

Erkekliğin öğretildiği, sürekli bir şeylerin kutsandığı, iyi ve kötü dışında gri alanın olmadığı bir süreci tekrar kaldıramazdım. Bedelli yaptım ama bedelli çıkmasaydı da yapmazdım herhalde.

OKUL TIRAŞI BENİ ZİNCİRLERİMDEN KURTARDI

Filmde çok ustalıkla işlenmiş olay örgüsü içinde istismar iması da var. Bu tür olaylar yaşanıyor muydu?

Öğretmenlerin öğrencilere yönelik istismar olaylarına rastlamadım ama öğrenciler arasında oluyordu. Son yıllarda bazı yurtlarda öğretmenlerin istismar haberlerine çok rastlıyoruz. Belki sosyal medya sayesinde haberdar oluyoruz ve belki bizim dönemde de vardı. Ama çocuklar arasında bu tür vakalar vardı. Filmdeki o imayla aslında her şeyin mümkün olduğu bir sistemden söz ettiğimizi de göstermek istedim.

YİBO’da okumuş biri olarak Okul Tıraşı filmini çektikten sonra ne hissettiniz?

Birkaç yıl öncesinde şimdiki kadar özgüvenli değildim. Okul Tıraşı’nı çekmek bana terapi gibi geldi, özgüven duygusuna kavuştum bu sayede. Bunu filmin başarısından, insanlar üzerinde yarattığı etkiden bağımsız olarak söylüyorum. Okul Tıraşı beni zincirlerimden kurtardı. İnanılmaz bir terapi oldu. YİBO’nun üzerimdeki ruhsal etkisi bütün hayatımı belirliyordu. İki kişi tartıştığında hemen ortayı bulmaya, büyük bir kriz çıkmasını engellemeye odaklanırdım. Ama artık bir tartışmaya girişmekten korkmuyorum. Bu film sayesinde filmle ilgili eleştirilerden de korkmamaya başladım. Biliyorum, Okul Tıraşı’ndaki hikâye belki de Kürtlere hafif gelecek. Çünkü gerçek hayatta bunun çok daha sert halini yaşadık ve sinemada onun birebir yansımasını görmek isteriz. Ama eğer derdimiz maruz kaldığımız şiddet hikâyesini tekrar ve tekrar birbirimize anlatmak değil de tüm dünyaya anlatmaksa, o zaman Okul Tıraşı gibi bir film çekmek gerekiyordu. İnsanlar Amerikan tarzı bir film bekliyordu. Ben bundan kaçındım.

Amerikan tarzı filmden kastınız ne?

Size bütün duyguları yaşatır, filme dair tüm sorularının cevabını sana verir ama evine gittiğinde film seninle birlikte gelmez. Sanayi Devrimi sonrasından beri, tüm gün çalışan işçiyi ertesi güne hazırlayan, kafasını boşaltan etkinlikler icat oldu. Sinemada, müzikte, pek çok alanda bunlar oldu. İşten çıkıp bir caz konserine gider, sarhoş olur, kafanı boşaltır, evine gidersin. Veya eve gidip seni yormayacak bir film izler, uyur, ertesi gün işinin başına dönersin. Ben insanların ertesi gün de üzerinde düşüneceği filmler yapmak istiyorum. İnsanlar iyinin iyi, kötünün kötü olduğu siyah-beyaz filmlere alışmamalı. Çünkü hayat da sanat da öyle değil. Hatta YİBO’lar da öyle değildi. "Taraftarların" beni ayakta alkışlayacağı, radikal bir film çekmek istemedim. Çünkü radikal değilim zaten.

ÇÖZÜM YİBO’LARI KAPATMAK DEĞİL, SİSTEMİ DEĞİŞTİRMEK

Radikal olmamanızın bir sebebi de YİBO’da okumuş olmanız olabilir mi?

Zannetmiyorum. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, iyi ve kötünün birbirinin içine geçtiği, içinde polisiye hikâyelerin de olduğu filmler hoşuma gittiği için "radikal" değilim. Türkler iyi veya kötüdür, Kürtler iyi veya kötüdür genellemesi ne kadar yanlışsa, öyle filmler çekmek de bana o kadar yanlış geliyor.

YİBO’daki okul arkadaşlarınız filmi beğendi mi?

İzleyen arkadaşlarım filmi beğendi. Ama sadece onlar değil, Türkler, İngilizler, filmi izleyen başka halklardan, deneyimlerden insanlar da Okul Tıraşı’nı sevdi. Çünkü mesele evrensel aslında.

Sizce YİBO’lar kapatılmalı mı?

Bir ara taşımalı eğitime geçildi ama taşımalı sistemle değirmenin dönmediği anlaşıldı. YİBO’ları kapatmak değil, o sistemi değiştirmek, iyileştirmek gerekiyor. Her şeyden önce fakirliği bitirmek gerekiyor. Yoksa sistem ne kadar berbat olursa olsun, yoksul insanların çocuklarını bu okullara göndermek dışında bir yolu olmayacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi