Fadıl Öztürk
Fotoğrafta mertlik bozuldu
Durdukça sarardıkları, tehlikeli görülüp yakıldıkları, kâğıt üstünde suretlerimizi yüksünmeden taşıdıkları için fotoğraflar canlıdır bana göre. İnsanlar yaşlandıkça beyazlarken, fotoğraflar onların tersine sararırlar. İnsanlar gibi yaşlısı, genci, dünkü çocuk halleri vardır fotoğrafların. Tıpkı insanın Arabı olduğu gibi onların da Arabistanlı olmayan, nerede çekilmişse oralı bir Arabı vardı bir zaman. Siyah-beyaz diye ayrım gördükleri bir geçmiş zamanları, renkliye geçtikleri bir başka zamanları vardır fotoğrafların. Vahşi bir hayvanı ehlileştirip kullandıkları gibi olmasa da, insanlar zamanı geldikçe fotoğrafı nişan, düğün, mezuniyet, okul, askerlik, savaş ve gezi fotoğrafları gibi amaçları için çokça kullanmışlardır.
Tarihsel bütün olayların tanıklarıdır fotoğraflar. 1. ve 2. Dünya savaşlarının, Avustralya’da Aborjinlerin, Türkiye’de Kürt, Ermeni ve Rumların, Amerika’da Kızılderili katliamlarının acılarını hafızalarında taşırlar. Suçlu sayılıp yakıldıkları gibi, delil sayılıp arşivlendikleri de az olmamıştır fotoğrafların. İnsan hafızasını görünür kılarak ileriye taşımıştır fotoğraflar. Yeri gelince masumiyeti, yeri gelince suçlu olmaları bu özelliğinden ileri gelir.
Var olduğundan beri bütün devrim ve karşı devrimlerde üstüne düşeni yapmış, insanlık tarihinde kendine apayrı bir yer açmıştır fotoğraf. Ho Amca’nın çocuklarına reva görülen Napalm yanıklarını yine o koynunda saklayarak taşımıştır bugüne. 1959'da Havana Meydanı’nı dolduran kalabalık ve coşkusuyla Küba’nın bir fotoğrafı; Başkanlık Sarayı’nda son kurşununa kadar çarpışarak düşen Allende’nin bir fotoğrafı, Bolivya dağlarında Che’nin teslim olmaktansa ölümü seçen bir fotoğrafı; Kızıldere’de Mahir ve yoldaşlarının kırılmış bahar dalları gibi bize acı, hüzün ve umut veren bir fotoğrafı var. Zalimi zalim, masumu masum göstermekten yakılıp kül olmayı göze alarak, asla vazgeçmeyen yine fotoğraflardır. Bir kutuda, bir albümde sararsalar bile, hakkını yememek lazım fotoğrafların. Dünyayı dolaşıp gelerek her birimizin hayatına da girmiştir fotoğraf makineleri ve onların çektiği fotoğraflar. Devlet el atmadığı sürece anlarımızın ruhunu taşırdı her kare fotoğraf. Büyümemizin, neşemizin, gençlik yıllarımızda uçarı hallerimizin.
Benim kuşağım, 12 Mart öncesine yetişmemiş ama onun ruhunu giyinen bir kuşaktı ve devlet arşivlerinde tek bir fotoğrafımız yoktu. Ruhumuzu besleyen hayalleri giyindikçe bilinmez ‘suçlular’ olarak her eylemimizle durmadan devletin merakını kamçıladık. Bu nedenle yakalandığımız anda itibaren her türlü kaba dayağa muhatap olanlar olarak ‘Arkadaşların kimdi?’ sorusuna muhatap olmuş bir kuşaktık. Biz jelatinden yeni çıkmış devrimcilerin evleri basılınca ilk önce fotoğraflarımıza el konuluyordu. Bizi kare kare bilmek, arşivlemek istiyorlardı…
Ailelerimiz fotoğraflarımız devletin eline geçmesin diye saklamaları için güvendikleri yakınlarına veya komşularına veriyorlardı. Korkunun girmediği ev olmaz böyle zamanda. Devletin ailelerimiz üzerinde baskıları arttıkça, saklamaları için verildikleri o evlerde yakıldılar fotoğraflarımız. Yakılan her fotoğrafla yanıp duman olan geçmişimizdi aslında. Devletin yaydığı korku gençlik fotoğraflarımızın sarararak bugüne gelmesinin de önüne geçti. Onlar gecenin bir yarısı duman olup bacalardan gökyüzüne yükselen hayal oldular her birimizin hayatında. Evlerimizde el konan o fotoğraflarımız devlet arşivlerinde yaşıyorlardır kendilerince. İşte öyle bir fotoğrafımla yıllarca aranmıştım. Su fotoğrafı tekniğiyle çoğalta çoğalta ben olmaktan çıkmış, pala bıyıklı, iri cüsseli olmuş bir fotoğrafımla aranıyordum. Ben kendimi o fotoğrafla arasaydım bulamazdım, beni benden nasıl çıkardıklarını siz düşünün artık…
Çocukluğumuz, gençliğimiz, bıçkınlığımız, favori, uzun saçlarımız ve İspanyol paça pantolonlarımızla bir şehrin ana caddesinde arkadaşlarımızla kol kola akşam gezmelerimiz, tavla partilerimiz, demli çaylarımızla yakılmış ormanlar gibi yakılmıştık.
Hatırlıyorum, bir arkadaşımın Rus malı, fotoğraf makinesini alıp pencerenin dibinde kardeşlerimin fotoğraflarını çekmiştim. Şimdi yok hiçbiri. Çocukluğumuz sobalara atılarak yakılmış, ya da sonsuza kadar bir arşive mahkûm edilmişti. Bu hal, benim kuşağın 70'lerden bugünlere nasıl geldiğinin de bir fotoğraf özetidir aslında. Ah kare kare hayatlarımız, oralardaki gülümsemelerimiz, sarılmalarımız, ah...
Dünden bugüne hayatımız ve mücadele alanlarımız durmadan genişledi. Dün bir ülkede devrimken kadraja sığdırdığımız, bugün bütün bir Ortadoğu üzerinden bütün bir dünya oldu. Kadraj genişledikçe görüntüler de o oranda küçüldü, mercekle bile görülmeyecek bir hal aldılar. İnsanlar acılarıyla kavrulup yanan küle dönüyor adeta. Objektif olmuyor her fotoğraf, ışık aydınlatmıyor bütün bir coğrafyayı, karanlıkta inleyen objelere dönüyor her şey. Üç boyutlu bütün bir hayat perspektifini yitirmiş gibi. En uzak bir olay, anında evimizin içine girerken, en yakınımızdaki bir olaydan haber bile alamaz hale geldik. Fotoğrafın masumiyetiyle oynadılar, bir savaşın yanıltıcı propaganda aracına dönüştürdüler adeta.
Oysa biz eskiden, emperyalizmle başlayıp, birkaç sloganla biten, belki de kimsenin okumaya tahammül edemediği uzun bildiriler yazıp yayarak devletin fotoğraflarını çekiyorduk. Samimiydik o zaman, içtendik, yaptığımıza hayatımızı koyacak kadar içten, devletin peşine düştüğü fotoğraflarımız kadar içten. Fotoğrafçı arkadaşlarım belki katılmayacaklar bana ama şimdi her fotoğraf karesi hayatı boşa çıkarıyor adeta. Belki akıllı telefonların yaygınlaşmasıyla herkes ‘fotoğrafçı’ oldu, meslek sulandı. Belki de devletler her türlü görsel malzemeyi bir silah gibi kullandığı içindir. Velhasıl fotoğrafta mertlik bozuldu…