Fransa seçimleri: Paradigmanın değişimi

Cumhurbaşkanlığı birinci tur oylama sonuçları, geleneksel sağ ve geleneksel solun yenilgisini ilan ederken, aşırı sağın yükselişine rağmen yeni solun umut olmaya devam ettiğini gösterdi.

Fransa’da Başkanlık seçimlerinin ilk tur sonuçlarını, ortaya yeni çıkan siyasi haritayı ve seçmenlerin yeni tercihlerini analiz etmeye çalıştığımızda, paradigmanın büyük ölçüde değiştiğini görüyoruz.

Bu değişimlerin bir kısmı, demokratik siyaset ve yeni toplumsal ideolojiler açısından olumlu, diğer bir kısmı ise aynı parametreler ışığında olumsuz görünüyor.

İki turlu seçimlerin önemli katkılarından biri, Fransa’daki çok farklı siyasi akımların adaylarını sunup toplum nezdinde bir destek ve meşruiyet sınavından geçmeleri. Cumhurbaşkanlığına aday olabilmek için gerekli olan koşullardan biri,  en az 500 seçilmiş kişinin (Milletvekili, senatör, bölge, eyalet ya da belediye meclis üyesi…) onayını almak. Bu sefer de geçen seferlerde de, mesela iki Troçkist grup iki farklı aday çıkarabilmişti ilk tura.

2017 seçimlerinde, daha önce pek denenmemiş ön seçimin, aslında yararlı ve olumlu bir mekanizma olduğunu gördük. Geleneksel sağ ve sol partiler, ilk tura katılacak adaylarını belirlemek için tüm seçmenlerin katıldığı ön seçim yaptılar. Böylelikle yerleşik/geleneksel partiler içindeki rekabet ve kapışma, parti yönetimleri ya da Başkanları tarafından değil, seçmen tarafından bir çözüme kavuşturuldu.

Sağda ve solda yapılan önseçimler öncesinde olsun, diğer adayların kampanya çalışmalarında olsun, televizyon ekranlarında düzeyli ve siyasi programlar temelinde uzun tartışma programları yayınlandı. Seçmenler, adayları ve program ile vaatlerini ayrıntılı bir şekilde öğrenerek tercihini yaptı. 

Sağda ön seçimlerde, Sarkozy, Juppé gibi geçmiş dönemlerde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yapmış adaylar yarışırken, biraz da sürpriz bir şekilde yine eski Başbakanlardan Fillon ön seçimi kazandı. Ne var ki bu zaferin ardından, bizim hınzır Canard Enchainé, 35 metreden çaktığı şutla meşin yuvarlağı doksandan filelere gönderdi: Fillon, yıllardır eşini ve çocuklarını, Meclis dahil bir takım resmi ve özel kurumlarda neredeyse gizlice işe sokmuş, bizde bankamatik memur denilen türden, sanal olarak çalışıyor gösterip, yüksek maaşları cebe indirmişti. Bu yetmezmiş gibi zenginlerden rüşvet sayılabilecek paralar almış,  çok kıymetleri hediyeleri kabul etmekte de bir sakınca görmemişti. Zincirli Ördek tüm bunları belgeleriyle teşhir edince sağın resmi adayı büyük prestij kaybetti. Fillon bu suçlamaları inkar edip direndi, ‘’Beni sevmenizi istemiyorum, bana destek olmanızı istiyorum’’  diyerek ne kadar antipatik olduğunu kanıtladı. Fillon, bu olumsuzluklarının yanısıra zaten koyu Katolik politikalarıyla Le Pen’le başa çıkabilecek bir aday değildi. Hatta aşırı sağın mülteciler ve yabancılar konusundaki politikalarına öyle şiddetle karşı çıkan biri de değildi. Geleneksel sağın bu talihsiz adayı ilk turda, yeni solun adayı Mélenchon’dan biraz fazla oy alıp ancak 3. sıraya yerleşebildi ve elendi. Fransız geleneksel sağı, 5. Cumhuriyet tarihinde böylelikle ilk kez 2. tura katılamıyordu.

İlk turun bir başka büyük kaybedeni de iktidardaki Sosyalist Parti oldu. Ön seçimlerde adayını belirlerken eski Başbakan Valls’ın kazanması beklenirken, biraz daha solda görünen Hamon, Partinin resmi adayı oldu. Hamon’un ilk turda toplam yüzde 7’ye bile ulaşamaması da Sosyalist Parti’nin hezimeti olarak yorumlandı. Cumhurbaşkanı Hollande, zaten 5. Cumhuriyet tarihinde 2. kez aday olmayan ilk lider olarak kayda geçmişti, çünkü zaten 1. turda bile kazanamayacağını öngörmüştü. Ama Sosyalist adayın bu kadar düşük bir skor elde edeceğini kimse tahmin etmemişti. Eski Bakan Hamon, büyük ölçüde, Hollande’ın 5 yıllık olumsuz/başarısız Cumhurbaşkanlığı döneminin kurbanı oldu.

Fransa’nın kendini orta-sağda ve orta-solda konumlandıran iki büyük partisi henüz 1. turda kendilerini imha etti ve yarışmadan çekilmiş oldu. Bu durum, seçmenlerin yerleşik düzenden umudu kesmeleri ve yeni arayışlara yönelmesiyle açıklanıyor.

Birinci turdan galip çıkan iki adaya bakalım şimdi: Macron ve Le Pen.

Macron genç ve siyaset dünyasında tecrübesiz bir isim. Aslında bankacı ama Hollande’ın eski Ekonomi Bakanı. Bugüne kadar herhangi bir makama seçilerek gelmemiş. Oysa ki Fransa’da politikacılar genel olarak genç yaşta oturdukları yörenin belediye meclis üyeliği ile siyasete atılır, sonra seçimlerde aday olarak üst makamlara tırmanır. Sosyalist Parti hükümetinin bakanı iken bile, Parti üyesi değildi, kalktı bir de ‘’Ben sosyalist değilim’’ diye açıklama yaptı. Açıklamanın içeriği ve özü doğruydu ama yine de yadırgandı bu tutum. Macron, mesleki geçmişi ve savunduğu ideoloji itibarıyla neo-liberal bir şahsiyet. Ama bir başka hınzır yayın organı Gazi Charlie Hebdo’nun çıkartma karikatüründe hicvedildiği gibi ‘’Ne sağcıyım ne solcu’’ ilkesini benimsemiş görünüyor. Toplumsal ve kültürel konularda mesela LGBTİ hakları konusunda sola yakın demeçler verdi. İş dünyası konusunda tabi ki işveren yanlısı. Cezayir’deki bir toplantıda, kalktı ve şaşırtıcı bir şekilde ‘’Fransız işgalinden sömürgeciliğinden’’ söz etti. Ki Fransız sağının yumuşak karnıdır Cezayir ve sömürgecilik meselesi.

İlginçtir, Fransız solu, 1. turdan önce Macron’a pek yüz vermiyordu. Hatta yeni solun başarılı adayı Mélenchon, ‘’Macron’la Le Pen ikinci tura kalırsa ben ikisine de karşıyım’’  demişti. İlginç bir başka nokta da Macron’a tabi ki aşırı-sağ karşı, bir başka anti-Macron kutup da Moskova! Marine Le Pen’i ağırlayan Putin’e yakın Rus medya organları, Macron’u siyonist ve  eşcinsel olmakla suçladı. Macron, aslında bir teknisyen, medya desteğine sahip, tabi ki ırkçılığa karşı, ama 2. tur için, kazanması şimdiden garanti gözükse de, sağa da sola da mavi boncuk dağıtmaya devam ediyor.

Macron’un önemli bir sorunu var: Arkasında onu destekleyen bir siyasi parti yok. Kampanyasını ‘’En Marche’’ (Yürüyoruz) adını verdiği bir hareketle yönetti. Ama Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Fransa’da genel seçimler düzenlenecek ve Cumhurbaşkanı Macron’la uyumlu çalışabilecek bir Meclis çoğunluğuna ve Bakanlar Kuruluna ihtiyaç duyulacak. Aslında hem Sosyalist Parti'de hem de klasik sağda şimdiden Macron’u destekleyenler oldu. Onlar Bakanlık koltuğu peşinde koşarken, orta-sol ve orta-sağ, bir sonraki hükümette etkili olmak için Macron üzerine oynuyor.

Le Pen, kamuoyu araştırmalarının tahminlerini doğrulayarak 1. turu geçti. Babası Jean-Marie Le Pen’den devraldığı Partiyi (Front National), marjinal aşırı sağcı bir örgütten, popüler merkez sağ bir kitle partisine dönüştürme çabaları biraz olsun sonuç vermişe benzer. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 25 oy olarak ‘’Biz Fransa’nın en büyük partisiyiz’’ deme imtiyazına kavuşmuştu. Le Pen de, yerleşik düzen karşıtı, milliyetçi hatta ırkçı bir söylemle, küreselleşmeye karşı ‘’milli ve yerli’’ bir yaklaşımla karşı çıkıp, klasik sağ ve klasik solun özellikle ekonomi ve toplumsal-kültürel hayattaki başarısızlıklarını sömürerek yükseldi. Bu kez yaklaşık 4 puan kaybetmiş görünüyor. Ve 2. turda kazanma şansı çok az. Çünkü 2. turda, Le Pen’in oylarını artırması zayıf bir ihtimal.

Her şeye rağmen, 2. turda özellikle Filloncular ile çoğu AB karşıtı sağcı bazı seçmenlerin Le Pen’e yönelme ihtimali mevcut. Bütün sol, Macron’a gönülden oy vermeyeceğe benziyor. 

Klasik sağ ve klasik solun seçmenlerinin büyük bir kısmı da, mecburen Macron’a oy verecek. Geçmişte de 2. tura Chirac’la baba Le Pen kaldığında, Chirac bütün solun ve bütün klasik sağın oylarını almıştı. Belki bu sefer, hem solda hem de sağda Macron’a karşı olan seçmenlerin hepsi,  gidip Le Pen’e oy vermeyecek herhalde ama Fransızların sevdiği bir deyimle, oylama günü ‘’balığa çıkacaklar’’. Katılımın düşük olması Macron’un aleyhine ama yine de Le Pen’in kazanması şimdilik çok zor görünüyor.

Le Pen, kazanırsa Fransa’nın AB’den çıkacağını da söyledi.

Birinci tur sonuçlarıyla, Fransa’nın siyasi haritası da değişmiş oldu. Sosyalist Parti ile sağcı Cumhuriyetçiler, kendi bölgelerinde bile büyük parti/lider parti vasfını yitirdi.

Kampanyaya kamuoyu araştırmalarında yüzde 5’lerle başlayıp Pazar akşamı neredeyse yüzde 20’ye ulaşan Mélenchon, başarılı. Aslında Hamon’la ittifak kurabilseydi, yüzde 25 oyla birinci çıkabilirdi. Giderek küçülen Komünist Partinin desteği, Yeşiller ile Troçkistlerin dışındaki küçük sol ve alternatif parti, örgüt ve seçmenlerin oylarını aldı ama Fillon’un ardından, az bir farkla ancak dördüncü olabildi.

Egemen medyanın yorumcuları, Le Pen ve Mélenchon’un başarısını klasik deyişle ‘’Seçmen aşırı uçlara kayıyor’’ kalıbıyla açıklamaya çalıştı. Ki bu doğru değil… Çünkü Le Pen’le Mélenchon neredeyse her konuda tam zıt fikirler, projeler savunuyor. Le Pen’e verilen oylar tehlikeli bir geleceğe göz kırparken, Mélenchon’a verilen oylar, bağımsız ve yeni solun hala bir umut olduğunu gösteriyor.

Le Pen’in yükselişi yeni değil, uluslararası arenadan bağımsız da değil. Popülizm, yabancı düşmanlığı, kapitalist ekonomilerin çaresizliği, artan işsizlik… hep aşırı sağı besliyor. Türkiye’de Erdoğan, ABD’de Trump, Rusya’da Putin iktidarda… Macaristan ve Polonya’da da aşırı sağ güçlü. İskandinav ülkelerinde ve Hollanda’da bile milliyetçi/ırkçı partiler puan kazanıyor. Avrupa Birliği, mülteciler, yabancılar ve radikal İslam’ın yükselişi gibi sorunlara doğru çözümler bulamıyor.

Le Pen’le, Macron’un Türkiye’ye karşı tutumları belli. Bizim egemen medyanın ‘’Türk Düşmanı’’ kategorisinde ikisi de. Macron, iki tur arasında, konuya açıklık getirdi: ‘’Ankara ile Brüksel arasındaki AB ilişkileri ilerleyemez’’. Bu yetmezmiş gibi, Macron, 24 Nisan günü Ermeni Soykırımı’nın anıldığı törene de katıldı.

Gençler ve seçmenlerin önemli bir kısmı, Fransa gibi bir ülkede bile, politikadan, politikacılardan nefret ediyor. Ki egemen politikanın kadrolarına ve yaptıklarına baktığımızda bu tutumun çok da anlamsız olmadığını görebiliyoruz. Apolitik hatta depolitik bir dünya oluşuyor. Teknik, teknoloji… siyaset ve ideoloji dışı bir boyutmuş gibi algılanır oldu.  Mevcut, yerleşik siyasi partilerdense, Macron’un ‘’En Marche’’ gibi STK kılıklı, sosyal hareket biçimli akımlar revaçta.

Yedişer yıllık iki dönem Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Mitterrand, görevinin son günlerinde, ‘’Ben Fransa’nın son büyük Cumhurbaşkanıyım’’ demişti. Gelişmeler onu haklı çıkardı. Ama ne yazık ki, mesele Cumhurbaşkanı olan şahsın büyüklüğü yani siyasi kalitesi ile sınırlı değil.

Duvarın yıkılmasının ardından dünya çapında egemen olan neo-liberal ekonomi-politikaları tüm toplumları, tüm dengeleri olumsuz bir şekilde değiştirdi hatta alt-üst etti. Yakın bir gelecekte de aşırı sağın yenilmesi, milliyetçiliğin/ırkçılığın sönmesi, dini radikalizmin gerilemesi ne yazık ki beklenmiyor. (SON/RD)       

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi