geçinemeyenlerle konuşamayanlar

teşbihimi bağışlayın; “geçinemiyoruz” diyenler, “konuşamıyoruz” diyenlerden kalabalık, güçlü ve tarih, büyük bir dönüştürücü güç olabildiklerine defalarca şahit oldu!

hayatta –örneğin ölüm gibi- çaresiz dertler var, böyle durumlarda insanın acısını yatıştıracak bir şey, bir teselli araması son derece olağan. ama çaresi olan, çaresi olması gereken sorunlarda, hele de toplumsal meselelerde teselli yerine çare bulmak gerekir. fakat bizimki gibi, sorunların baş edilemeyecek gibi göründüğü durumlarda bazen toplu teselli araçlarına başvurmak söz konusu oluyor ve bu çözümü geciktiriyor. bence bugünlerde solda yaygın olan bazı söylemler ancak teselli kapsamında ele alınabilir.

bunların başında, "bizden korkuyorlar" geliyor. bir iktidarın, görece rahat yönettiği durumlarda, baskıya başvurma ihtiyacını daha az duyduğuna şüphe yok. ama siyasal baskıya başvurma ihtiyacı illa iktidarın iktidarını kaybetme korkusundan kaynaklanmaz, olsa olsa farklı bir yönetme aracı olarak değerlendirilebilir. kaldı ki, bazen yönetme konusunda herhangi bir sıkıntının bulunmadığı, yani ekonominin nispeten ferah, seçmenin güveninin yüksek, sermayenin desteğinin güçlü olduğu durumlarda dahi bazen, sınırlı bir alanda siyasal baskıya başvurulduğu olmuştur. örneğin kitle desteği zayıf bir muhalif grup, "demokratik" teamüllerin nispeten güçlü olduğu bir ülkede, sistemin sınırlarını zorlayan bir işe kalkıştığında pekala ağır şiddetle, hukukun dışında araçlarla gerçekleştirilen bir katliamla karşılaşabilir. iktidarlar o gruplardan korkmaz, onarla baş edebileceğini bilir ama sınırları göstermek, gözdağı vermek için hukukun dışına çıkmaktan çekinmez. avrupa’nın yakın tarihinde böyle bir sürü olay var.

tekrar bize ve günümüze dönersek, bugün iktidarın, özellikle büyük ortağının önceliği iktidarda kalmak. siyasal sistemi değilse bile cumhuriyetin birçok veçhesini dönüştürmek üzere iktidara gelen bir parti için yeni bir durum bu. (o dönüşümün demokratik hedefler olmadığını söylemeye bile gerek duymuyorum, kastım, "laikçi teyze" diye burun kıvırdıklarınızın korktuğu şeyler. evet, bazen bazı şeyler tam da göründüğü gibi.) siyasal baskının artması büyük ölçüde bununla ilgili ama iki farklı şeyle arşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. iktidar, hdp ve yanında, yöresinde bulunabilecek herkesi, her şeyi suçla bağlantılı gösterip, karşısında oluşacak muhalefet cephesinden koparmak, cepheyi daraltmak istiyor. bu bir. bu cephede kararlılıkla duracaklara da gözdağı vermek istiyor, gökhan güneş’in kaybedilmesi bunun en yakın örneği. diğer yandan, kendisine rakip gördüğü, bir kısmı bizzat mhp ve akp’den kopmuş, kendi seçmenlerinin, meşru saydığı siyasal güçlerin de gözünü korkutmaya çalışıyor. yani anahtar kelime terör; ya terör yaftalaması ya terörize etme! burada baskı, bir korku alameti değil, soğukkanlı bir yönetme aracı. iktidar –en azından henüz- korkmuyor, korktuğu, korkacağı şeyler de basın açıklamaları değil.

ikinci teselli, iktidara "gidicilik" vehmetmek. devletin, ordu da dahil olmak üzere bütün kurumlarını yenilemiş, güçler ayrılığı ilkesini tamamen unutmuş, yargı da dahil, hatta başta olmak üzere bütün mekanizmalarına hükmetme cüretine sahip, başka ülkelerin vatandaşlarıyla kurduğu orduyla daha da başka ülkelere müdahale eden, dışişleri gibi kurumsallaşmış bir bakanlığın iç hiyerarşisini bile hiçe saymış, kendi sermayesini oluşturmuş, beğenmediği seçimi yeniletmiş bir iktidar olağan siyasal mekaniğin işleyişiyle gider mi!

o yüzden bir şeyler yapmak gerekiyor, yapıyoruz da zaten, tabii. ama belki biraz daha hedef odaklı hareket etmekte yarar olabilir. önümüzde bir sorunlar silsilesi, adeta iç içe geçmiş düğümler yığını var. çoğumuz türkiye’nin en büyük sorunu neyse oradan başlanması gerektiğini düşünüyor. bu kanıda değilim. bence başlanacak nokta, en önemli sorun değil, en fazla insanı harekete geçirebilecek sorun olabilir. sanırım bugün bunun yoksulluk olduğuna itiraz eden çıkmayacaktır.

bugün iki büyükşehir belediye başkanının ama özellikle mansur yavaş’ın gördüğü teveccühü, "bu milletin milliyetçilikten kurtulamaması" vb. biçimlerde "okumlayıp" umutsuzluğa kapılanlarımız var. oysa mesele yavaş’ın -ve tabii ekrem imamoğlu’nun- söylemleri, "ülkücü"leri hayırla anması vb. değil, belediyelerin olanaklarını yoksullara el uzatmak için kullanıyor olması. ankara ve istanbul belediyelerinin kimi destekleri sosyal devlet kavramı içinde ele alınabilir, kimileri de yardımseverlik sayılabilir. ama ilgi, beğeni, destek, hayır duası aldıklarına şüphe yok. ( hdp’nin –bugün kayyım atanan- belediyelerde, eldeki sınırlı olanaklara rağmen yoksullukla mücadele konusunda çok etkili şeyler yaptığını da biliyoruz.) bunun, siyasal tercihlere sandığa, seçimlere, belli ölçülerde yansıyacağına şüphe yok.

ama yoksullukla ilgili yapılabilecek tek şey yoksullara destek değil. zaten yoksulluk yoksunluktan ibaret değil, işsizler de dahil olmak üzere emekçilerin hakları ve işsizlik olarak okunmalı. bu okuma, başta siyasal öncelikler ve örgütlenme alanı tercihleri olmak üzere pek çok şeyin değişmesi anlamına geliyor. bilmiyorum bunlara hazır mıyız ama hepimiz görüyoruz; yoksulların oyuna, desteğine talip olan çok. teşbihimi bağışlayın; "geçinemiyoruz" diyenler, "konuşamıyoruz" diyenlerden kalabalık, güçlü ve tarih, büyük bir dönüştürücü güç olabildiklerine defalarca şahit oldu!

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi