Global sağın ikinci büyük medya saldırısı

  • Trump’un ABD’de iktidara gelmesi, Avrupa’da zaten bir süredir yükselen ırkçı, milliyetçi, yabancı, kadın ve mülteci düşmanı, popülist, korumacı akımların güçlenmesini sağladı. Siyasetteki sağcılık kaçınılmaz olarak medyaya da yansıyor. Egemenler artık doğrudan doğruya GERÇEK’i hedef almaya başladı.

Donald Trump’un ABD’de seçimle işbaşına gelmesi aşırı-sağın, yabancı  düşmanlığının, popülizmin, kadın karşıtlığının, içe kapanmanın, milliyetçiliğin, korumacılığın önemli bir başarısı olarak kayıtlara geçti. Zaten bir süredir  Avrupa’da da ırkçı akımların yükselişine tanık oluyorduk. Fransa’da Le Pen ana muhalefet konumuna geçerken, Almanya’da mülteci ve yabancı düşmanları manşete çıkıyor, Macaristan ve Polonya’da zaten iktidarda olan yönetimler aşırı-sağcı, dinci ve milliyetçi motiflerle dikkat çekiyordu.

Duymuşsunuzdur, Amerikan Başkanının siyasetlerinden son derece rahatsız olan Donald Duck (Vak Vak Amca), Nüfus İdaresine başvurup ismini değiştirmek için girişimlere başlamış.

Siyaset ile medya arasındaki ilişki diyalektik bir yöntem içeriyor. Bu nedenle, bilim insanları ve gözlemciler için, siyasal ortamı medyadan, medyayı da siyasal ortamdan anlamak/yorumlamak mümkün. Medya, yayın yaptığı ortamı, kenti, bölgeyi, memleketi yansıtmaya çalışırken, söz konusu ortam, kent, bölge ya da memleket de, biraz da olsa, bu medyadan etkileniyor. Medya açık açık, kendi çevresini etkilemeye hatta yönlendirmeye çalışırken, belki farkında değil ya da çaktırmamaya çalışıyor ama bu çevreden de kaçınılmaz olarak etkileniyor. Hangisi tayin edici? Tabi ki toplum ya da siyaset burada lokomotif konumunda. Medya, hiçbir zaman hiçbir mekanda lokomotif olup siyasetin, toplumun, memleketin önüne geçmemiştir, geçememişti, yapısı/doğası itibarıyla da zaten geçemez.

Siyasi arenadaki değişimler/gelişmeler, bazen önceden bazen bir süre sonra, kaçınılmaz olarak medyaya yansıyor.  Mesela 1975-80 döneminin (Anarşi Yılları) Türk basını ile bugünkü (2002-2017) medya ortamı çok farklı. Demokrasisi gelişmiş bir Batı ülkesinin gazetesi ile diktatörlükle yönetilen demokrasisi gelişmemiş bir ülkenin gazetesi de hem içerik hem de biçim açısından birbirinden çok farklı.

Medyaya kılık-kıyafetini giydiren ayrıca içeriğini de saptayan esas aktör siyasettir diyebiliriz. Bu aktörün, zaman ve mekana göre değişen iki adı daha var: İktidar ve toplum.

Dünyada yaklaşık olarak dört asırdır gazetecilik yapılıyor. Her dönemin siyasal, ekonomik, ideolojik, teknolojik özelliklerine göre gazetecilik gelişti, değişti. Çok eskileri şimdilik bir kenara bırakalım. 80’lere kadar büyük ölçüde bir zenaat olarak var olan gazetecilik, neo-liberalizmin yükselişi ile bir sanayi haline gelmeye başladı. Bu değişim kendisini önce medya mülkiyetinde gösterdi. Ortam da isim değiştirmişti. Basın, medya olmuştu.  Medya ortamında,  gazeteciliğin yapılış şekli, habercilik, içerik, habere yaklaşım hatta genel olarak mesleğin amacı, işlevi ve tanımları  da erozyona ve enflasyona uğrayıp bozuldu, çürüdü.

Mesleğe yönelik bu İlk saldırı Reagan-Thatcher-Özal dönemindeki Yeni Dünya Düzeni adı altında neo-con/neo-lib ideoloji ile başlamıştı. 80’ler… Medya mülkiyeti adım adım finans-kapitalin eline geçerken, ‘Tek Düşünce’nin hegemonyasında bilahare  ‘Tarih Bitti’, ‘Medeniyetler Çatışması’ tezleri piyasaya sürüldü. Gazeteler de artık kamu çıkarı arka sayfalara, tek sütunlara düştü. Özel çıkarlar ön plana çıkıyordu. Toplum haberi değil ‘People’ (Magazin) değer kazanıyordu. Siyasi haber değil ekonomi haberi adı altında finans-kapital haberleri sayfaları doldurmaya başladı. Yazı İşleri ya da Haber Müdürlerinin önem ve değeri azaldı, reklam, promosyon, satış müdürleri kral tahtına oturdu basın kuruluşlarında. Artık haber değil tiraj tayin edici idi. Kaliteden vazgeçildi, kantite tayin edici unsurdu.

80’lerden itibaren çift kutuplu dünya gitmiş yerine, başını ABD’nin çektiği neo-liberal evren hem ekonomik hem de siyasi-ideolojik olarak bütün yerküreye egemen olmaya başlamıştı. Medyadaki değişikliklerin temeli, nedeni, gerekçesi işte bu neo-lib zihniyetler ve ortam idi.

Bu uzun hatırlatmadan sonra bugüne, 2000’lere gelelim hemen. Medya dünyasının hem mesleki hem de akademik önemli yayın organları olan ABD’de CJR (Columbia Journalism Review)  olsun Nieman  Report (Harvard’daki Nieman Fellowship’in yayın organı) olsun ya da Batı’da Acrimed (Action-Critique-Medias) olsun bir süredir 3 temel yeni kavram üzerinde tartışıyor:

  • Post-truth (Gerçek ötesi)
  • Alternative-truth (Alternatif gerçek)
  • Post-fact (Olgu ötesi)

Twitter ya da Whatsapp’da da meslekdaşların paylaşımlarında bu üç kavramın sık geçtiğini görüyoruz. Konuya ilişkin tahliller de sosyal medyada dolaşıyor. Ben elimden geldiğince okuduklarımı Twetter’da yaymaya çalışıyorum.  Bu konularda Türkçe’de de 1-2 iyi derlenmiş makaleye rastgeldim.

Neo-liberalizmin medyaya yönelik birinci saldırısı, yani kamu çıkarı yerine özel çıkar, siyaset yerine ekonomi, toplum haberi yerine magazin/eğlence yaklaşımı anlaşılan yeteri kadar başarılı olmadı ki, şimdilerde yaşadığımız 2. Dalga saldırıyı başlattılar. Çünkü, ne olursa olsun, hele İnternet’in sağladığı teknolojik olanaklar sayesinde, sayıları gittikçe azalsa da, gazeteciler, mesleğin esası olan gerçeğin peşinde koşmaktan vazgeçmediler. Ve aslında iktidarların/egemenlerin engellemelerine rağmen, bu gerçekleri bir şekilde haberleştirip kamuoyuna ilettiler. Neo/con+neo/lib’lerin birinci saldırısına rağmen iktidar karşıtı gerçekler, kapitalizm muhalifi hakikatler hala ortalıkta dolaşıyordu. Gerçeği gizlemek, onu tahrif etmek, bozmak, yok saymak demek ki o kadar da kolay değildi. Lenin, Pravda gazetesinin yayın hazırlıkları sırasında sarfettiği ‘Gerçek devrimcidir’  düsturu bir kez daha doğrulanmış oldu.

Bugünkü saldırının 3 ayağına/3 teorik silahına baktığımızda son derece açık bir şekilde gerçeğe karşı yeni tahkimat mevzileri kurulduğunu görüyoruz.

  • Gerçekle başa çıkamayanlar, gerçek ötesi kavramıyla, zamanda ve mekanda boyut atlatarak, gerçeğin olmadığı bir evrende at koşturmak istiyor. Mümkün mü?
  • Alternative truth dedikleri de aslında gerçeğin inkarı: ‘’Bak şimdi sen buna şişe diyorsun. Ama bu senin gerçeğin. Ben buna masa diyorum. Bu da benim gerçeğim. Yani senin gerçeğine karşı bir alternatifim var!’’.
  • Post-fact dedikleri de yine, iktidarın mevcut olumsuz gerçeklerini inkâr eden yaklaşıma akıllarınca köklü bir çözüm bulmuşlar. Olgu dediğin nedir ki? Biz olgu ötesindeyiz, ve senin gerçek olgu dediğin şeyi görmüyoruz, duymuyoruz, senin olguna değmiyoruz bile, dolayısıyla senin olgun yok ki…Benim dediğime gel sen iyisi mi!

Bu yaklaşımların gazeteciliğe/haberciliğe uygulandığını tahayyül edin… Aslında biz bu uygulamaları Türk matbuat-basın ve medyasında eskiden gördük, hâlâ da görüyoruz. Yabancımız değil. Tıpkı Donald Trump’un yerli versiyonunu, Trump Beyaz Saray’a girmeden önce Türkiye’de gördüğümüz  gibi…

Övünmek gibi olmasın ama ben galiba en az 20 senedir, üniversitede derslerde, yazıp çizdiklerimde, konferans ve toplantılarda medyaya ilişkin gözlem ve tahlilleri hep bir ana yaklaşım üzerinden kurdum: Medyatik ya da Sanal Gerçek/ Hakiki Gerçek. Bugün, ‘Gerçek ötesi’, ‘Olgu ötesi’, ‘Alternatif gerçek’ olarak adlandırılan kavramlar Medyatik Gerçeğin farklı isimleri.

Bu yeni ortamda gazeteci olarak biz ne yapacağız? Rakiplerimizin tüm hile, desise, oyun ve tuzaklarını hesaba katarak, klasik/geleneksel meslek ilke ve kurallarında ısrar ederek, okur yurttaşların maruz kaldığı medyatik ortamı düşünerek, mevcut teknolojik olanakları en iyi şekilde değerlendirerek, gazetecilik ve habercilik yapmaya devam edeceğiz. Yani, gerçeğin peşinden koşmayı sürdüreceğiz. Gerçeğin tüm boyutlarını anlayarak, kavrayarak,  doğruluğunu kanıtlayarak, denetleyerek, taraftar ve karşıtların görüş ve düşüncelerini de alarak, gerçeği/gerçekleri sayfalarımıza, ekranlarımıza, mikrofon ve kameralarımıza yansıtacağız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi