Şahap Eraslan
Göç: Tebdil-i mekânda ferahlık var mıdır?
Psikanalizde göç ve göçün psikolojik etkilerine dair çeşitli kuramlar var. Bu kuramlardan bazıları göçün bir fırsat olduğunu, üçüncü bir bağımsızlaşma fırsatı yarattığını ve sıçrama olanağı olduğunu anlatırlar... Buna katılıyorum:
Yaşam kalitesini yükseltmek, mesleki kariyerini geliştirmek için Hindistan’dan ABD’ye giden biri için bu doğrudur. Göçeceği ülkeye ilişkin yeterli bilgisi olan, oranın kültürüyle tanışıklığı olan, yerleşeceği ülkenin dilini doğduğu ülkede öğrenen biri için, kendine ‘seçtiği bir vatan’ arayan insanlar için kuşkusuz göç özgürlük, ilerleme ve yaşam kalitesini yükseltme anlamına gelir ve bu göç gönüllüdür.
Bu göçmenlerin yerleştikleri ülkeye uyum motivasyonları yüksek ve uyum mekanizmaları yeterli donanımdadır. Her ne kadar bir başka ülkeye uyum zorlukları yaşasalar da bu onlarda travma yaratmaz. Sözünü ettiğimiz grubun ‘dünya göç hareketliliklerinde’ küçük bir grubu içerdiğini düşünüyorum ve bunlar genelde akademisyen, orta ve üst sınıftan insanlar.
Ben bazı meslektaşlarım gibi göçün bir travma olduğunu savunuyorum. İnsanın psikoseksüel gelişimini inceleyen M. Mahler, okul öncesi dönemde çocuğun bağımsızlaşma ve kendi psikolojik iç çatışmalarıyla baş etme dönemini birinci bireyleşme (Individuation), ergenlikte başka bir hamleyle ailenin yardımlarını azaltarak kendi yoluna gitme çabasını ise ikinci bireyleşme olarak adlandırır. Ergenlikte çocukluktaki iç çatışmalar ve korkular yeniden depreşir. Bu, her insana çocuklukta çözemediği psikolojik sorunları çözme imkânı da verir.
Göçmenliğin her insana üçüncü bir şans verdiği de doğrudur, ancak travmatik koşullarla baş edilebildikleri ölçüde bu şansı kullanabilir insanlar. Aktüel göçlerin savaş, açlık ve çevre facialarından kaçma biçiminde olduğu göz önünde bulundurulursa, bu insanların çoğu göçmenden çok savaştan ve faciadan kaçan sığınmacı ve sürgünlerdir. Bu insanlar travmatik koşullardan geldikleri için psikolojik savunma ve uyum mekanizmaları, kabul gördükleri ülkede yeni bir travmayla yüzleşmeleri anlamına da geliyor.
SONRADAN OLUŞAN TRAVMA
Freud’un geliştirdiği psikanalatik ilk travma teorisi aslında ‘sonradan olma’ (Nachträglichkeit) teorisidir. Freud histeri konseptinde kendisine gelen histerik kadın hastaların çocuklukta aile fertleri, yakınları tarafından cinsel tacize uğradığını anlatır. Teorisini ayrıntılandırırken bazı cinsel fantezi/korku/arzuların daha sonra anımsanırken değiştirildiğine (bilinçötesinin yer yer dönüştürdüğüne) ya da farklı bazı olayların bağlantılarının sonuç olarak travmatik bir etki yarattığına değinir. Freud’un bu teorisi daha sonra psikanalistler tarafından ayartma/baştan çıkarma (Verführungstheorie) olarak adlandırılmıştır. Yer yer Freud, daha sonra bu kuramdan vazgeçmiş gibi görünse de bu teori bütünüyle reddedilmemiştir.
Sonradan oluşan travmaya örnek olarak Frued’un Emma vakasında rastlarız. Nedeni belirgin olmayan bir iç huzursuzlukta insanların (Emma’nın) huzursuzluğu anlamlandıramadıklarında bu duruma bir iç senaryo, konu bulmaya çalışırlar. Bazen yoğun duyguların yaşandığı ama bunların tam olarak yerli yerine oturtulamadığı durumlarda insanın kendisine bir kurgu hikâye bulduğunu ya da alakasız olayları farklı biçimde birbirleriyle bağlantılandırarak açıklama bulduklarını anlatır. Bu vakada bir erkeğe korku geliştiren Emma’nın bu yoğun duygulanmayı çocuklukta yaşadığı (yaşadığını sandığı) bir cinsel olayla ilişkilendirerek, yaşananların kişide travmatik bir iz bırakabildiğini anlatır Freud.
Freud aslında anımsamanın anımsama olmadığını anlatır. Hiçbir şey yaşandığı gibi bire bir anımsanmaz aslında. Daha sonra Freud anımsama örtüsü (Deckerinnerung) konseptini geliştirir. Keyifsiz ve hoş olmayan bir olayı anımsarken yaşayacakları negatif duygulardan kaçınmak için değiştirilmiş bir örtü anımsamasını kullanırlar ve aslı olayı bu anımsamayla örterler.
Geçmişte yaşanan bu olumsuz olay travmatik etkisi arıtılarak anımsanır. Bu sonradan oluşan travmayla ilişkilidir, üzerini örttüğünüz herhangi bir olay halledilmiş olmaz, başka türlü saklanır aslında, ama yine de saklanır, yani travma orada durmaktadır. Geçmişi değiştiremeyiz ama geçmişi kendimize göre anımsar ve kurgularız.
Bir dönem sonra psikanalist Sandor Ferenczi bu konuyu ele alarak travma anımsamasını ‘dilsel karışıklık’ (Sprachverwirrung) şeklinde tanımlayarak ele almıştır.[1] Dilsel karışıklık çocukla yetişkin arasındaki cinsel sınır ihlalini anlatırken tecavüzcünün travmadan sonra içe alındığını, yani çocuk korkudan olanı anlamaya çalışırken tecavüzcüyle kaçınılmaz olarak özdeşleştiğini anlatır.[2] Daha sonraki dönemlerde tehlike artık kişinin özdeşleşmeden ötürü içerden gelmektedir. Bunun anlamı da aslında tecavüzcü olmasa da çocuğun tecavüzcüsünü sürekli içinde taşıdığı ve bu durumdan ötürü de korkunun sürekliliği söz konusudur. Travma yaşayanlarda gördüğümüz kişilerdeki bazı davranışlar (mesela çocukça, irrasyonel korku) biraz da kişinin travma öncesi davranışları üstlenerek travmayı da böylece yaşanmamış hale getirmeye çalışarak bir savunma geliştirdiklerini anlatır.[3]
Ayrıca travmada zaman ve zamanı yaşama şekli çok değişik ve başkadır. Travma ve anımsama anını düşündüğümüzde zamanı bir çizgi ve bu çizgideki sıralama olarak düşünmemek gerekir.[4] Dün, bugün, yarın travmada geçerli değildir. Travma geçmişte kalan ama geç(e)meyendir, yani kalıcıdır. Geçmiş zamanda yaşanması bu gerçeği değiştirmez. Anımsama anı da travmatik etkinin yeniden ortaya çıkma anı olabilir. Freud”un travma konsepti cinselliğe dayanır.[5] Bu travma konseptinde kişinin hafızasına ve böylece de bilinçötesine kazınan ilk sahne de cinseldir. Bu yazıda bu travma konseptini ben başka alanlara çekeceğim. Yoksulluğun olduğu, aile içi şiddetin olduğu durumlarda belirleyici ilk sahne şiddet ve yoksulluğa dayanır, bazen bu kontekste cinsellik ikincil de olabiliyor.
İç ve dış göçler sonrası sıkça gözlemlenebilen, benim “sonradan oluşan travma” olarak adlandırdığım bir travma var: travma anında değil, travmadan sonra yeni bir realiteyle karşılaştığımızda oluşan travma. J. P. Sartre, köleliği anlatırken, insanların bunu bir kader olarak algılayıp nitelendirdikleri için köleliğin 'kölelik anlamında' farkına varmadıklarından söz eder. Tanıdıkları siyahların hepsi köledir. Yani bu insanlar için kölelik siyah olma realitesidir. Sartre, 'kölelik bilincinin' herhangi birinin köleliği tanımlamasıyla başladığını söyler. Kölelik bilinci, köleliğin tanrısal değil, beyaz adamın eseri olduğu bilgisini içerir ve realitenin başka türlü algılanması başkaldırı bilincini de geliştirir.
Bundan onlarca yıl önce birçok yerleşim yerinde (kent ya da kırsal farketmeksizin) ‘dayak’ ve ‘aşağılama’, bilinen en yaygın uygulanan eğitim aracıydı. Çocuklar dövülerek eğitilirdi, realite her çocuk için aynıydı. Onları başka türlü düşünmeye yöneltecek eğitim seçeneği de yoktu. Göçle birlikte çocuklukta yaşadıkları realitenin alternatiflerinin olduğunu, dayakla eğitimin tanrısal ve mutlak olmadığını gördüler. Burada sonradan ebeveyn-çocuk ilişkisinde bir soru doğar: “Bana bunu neden yaptınız?” Eğer insanın kişilik olgunluğunda sıkıntılar varsa ya da içinde yaşadıkları kültürler travma etkisini azaltacak ritüellere sahip değilse, eğer olumlu olan yeterince içselleştirilmemişse insanlar travma etkisi yaşayabiliyor. Travmatik olaylar yıllar öncesine gitse de, travmatik etkiler yıllarca olmasa da, yeni realiteler sonradan oluşan travmalara neden olabiliyor.
TRAVMADA ROLLERİN DEĞİŞMESİ VE ERDOĞAN ÖRNEĞİ
Travma konusunu biraz araştıranlar bireysel travmada bir fenomeni fark ederler: rollerin değişmesi ya da rol tersleşmesi (fail-kurban değişimi). Psikanalitik travma kuramlarında sıkça karşılaşırız; travmanın mağdurları travma koşulları kalkınca, koşullar değişip olanaklar elverdikçe kendileri fail olurlar. Yani dayak yiyerek büyüyen çocuklar yetişkinliklerinde kendileri dayakçı anne-baba olurlar. Travma süresinde ve sonrasında kendisinde oluşan, içinin derinlerinde yer bulan ‘kötü’yü (Introjekt) başkalarına atarak kendi travmalarından kurtulmak isteyen bir dinamik vardır bilinçötelerinde. Travma psikodinamiği karmaşık bir dinamiktir zira rol tersleşmesi dinamiğini başka kontekstlerde de sıkça gözlemleriz: ‘Ben şiir okudum, hapse attılar’ diyen Erdoğan’ın ağzını açanı hapse yollaması/hapse yollamakla tehdit etmesi da böyle bir şey... Son dönemlerde yaşanan zulmün gerekçesi de bugün zulmü yapanların geçmişte mağdur olduklarına vurgu yapmaları ve böylece kendi zulümlerini relative etmeye çalışmaları - böylece zulmün bir geleneği ve sürekliliği oluşuyor ve bunu durdurmak zorlaşıyor.
MAĞDURLARIN SESSİZLİĞİ VE DÖNÜŞEN TRAVMALAR
Travma yaşayanlar o travmayı hatırlamaktan ve o ana dair duyguları yaşamaktan kaçınırlar. Travmaya dair bir suskunluk, bir felç olma hali vardır. Çünkü travmayı hatırlamak sonsuz bir çaresizlik ve güçsüzlük duygusu yaratır. Korku, hakim duygu olur. Travmayı yaşayanlar birilerinin yardımıyla o anı anımsar ve çoğu kez birilerinin yardımıyla faille mücadele ederler. Anımsamak, arlanma ve korkudan ötürü travmanın yenilenmesi (Retraumatisierung) tehlikesini doğuracağından, işkence görenlerde ve tecavüze uğrayanlarda genelde bir sessizlik vardır. Bir de travma insanın insana dair anlamlandırmalarının dışında bir yerde olduğundan dolayı anlatılamazlar, sembolize edilemezler, soyutlanamazlar. Bu durum travmayı anlatmayı ve göstermeyi zorlaştırır.
İkincil travma yaşayanlar için protesto etmek, sesini yükseltmek ve adalet aramak daha yapılabilir bir şeydir. İşkenceyi protesto edenler, işkenceyi yaşayanlarla empati kurabilenlerdir. Bu insanların olması travma geçirenlere cesaret vereceğinden, travma anının yalnızlığı ve terkedilmiş hali olmadığından, onlar da bu protestolara katılabilirler. Bir de ideolojik olarak travmasını faili mahkûm etmek amacıyla mücadele aracına dönüştürmek isteyenler de onların sesi olabilirler. Travma geçirmiş kimi insanlar kendi travmasını kendisine yabancılaştırarak ve böylece travmaya mesafe koyarak bu durumu seslendirebilir. Mesela arlanma duygusunun yoğunluğundan dolayı, taciz gören insanlar başkalarının tacizine itiraz ederken kendi acılarını da bu protestoya katarlar.
İkincil travmanın çok yoğun yaşanmasının nedenlerinden biri de anlatılarla travmanın yeniden üretilmesidir. Anlatılan travmadaki insanlarla özdeşleşmeler ve bunun yeniden anlatılması dinleyende her seferinde mini travma etkisi yaratıyor. Anlatının sürekliliği, her anlatıda yeniden bir özdeşleşme ve mini travmalar sonuçta bir birikmiş travma etkisi yaratıyor. Travma yeniden yaşanırken anlatı kolektif, estetize ve unutulamaz bir hale de dönüşüyor.
Faillerin kendilerini mağdur, masum gösteren anlatıları böyle bir etki bırakır. Fail yaptığı zulmü kahramanlık anlatısına transforme eder. Devletin 'terör' olarak adlandırdığı savaşta bu tür anlatılar çoktur. Bu travma dinleyiciler tarafından üstlenilerek hakikat olarak tartışmasız kabul edilir. Devletin 'terör' anlatılarına bu aşamadan sonra kanıt gerekmez. Travma anlatısının dinleyicileri artık bu anlatının savunucuları olurlar. Psikanalist Otto Rank’ın kullandığı ama yer yer tartışmalı olan bir kavram var: doğum travması. Bu insanın doğumundaki zorlukların yarattığı travmatik etkileri tanımlasa da toplumsal olgular ve ulusların doğumuna ve cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin de düşünülecek bir kavram. Cumhuriyetin doğuş travması ve onun günümüze etkilerini düşünebiliriz. Devletin bu kadar kutsanması biraz da bu travmanın sonuçlarını konuşmaktan kaçınma anlamına geliyor. Kuruluşun yüceltilmesi, kahramanlık söylencesine dönüştürülmesi bile gerçeklikten kaçış değil mi?
[1] Schrfiten zur Psychonalyse (Fischer Verlag, 1982), II. Cilt, s. 303.
[2] age, s. 308.
[3] age, s. 311.
[4] Christine Kirchhof, Das psycoanalytische Konsept der Nachträglickeit (Psychosozial Verlag, 2009), s. 204.
[5] Ilka Quindeau, Spur und Umschrift (Wilhelm Fink Verlag, 2004), s. 30.
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.