Doğan Özgüden
Göçmenlerimizin tarihle imtihanı...
Referandumdan önceki son yazımda oy sandıklarının kapandığı gün AKP ve MHP temsilcilerinin Belçika’da yüzde 70-80 arasında "Evet" oyu beklediklerini belirterek vurgulamıştım: "16 Nisan referandumunda Belçika’daki Türk’lerin çoğunluk oyu ‘Evet’ çıkacak olursa, hiçbir Belçika partisinin Tayyip dayatmalarına direnmesi mümkün olamayacak... ‘Naziler’, ‘Gavurlar’ diye ettiği küfürlere rağmen… »
Gerçekten de, Erdoğan’ın partisi 16 Nisan 2017 referandumunu Hilal’in Haç’a karşı mücadelesi şeklinde niteleyerek Belçika’da tahrik dolu bir kampanya yürütmüştü. AKP ve MHP’nin Belçika örgütleriyle Diyanet’in emrindeki camiler oy sandıklarının bulunduğu konsolosluklarla uzak şehirler arasında özel otobüs seferleri düzenlemişti.
Sonuç: Resmi rakamlara göre, Belçika’daki her dört Türkiye çıkışlı seçmenden üçü yeni anayasa lehinde oy kullanarak tüm göç alan ülkelerdeki Türkler arasında Tayyip diktasına biat etmede kolay erişilmez bir rekor kırdı: Yüzde 74,Göçmenliğin tarihle imtihan18.
Aslına bakılırsa, bugün herkesi şoke eden Türkiye çıkışlıların bu Tayyip ubudiyeti yeni de değil. 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 69,08’i Tayyip Erdoğan’a, 1 Kasım 2015 seçimlerinde de yüzde 69,40’ı AKP’ye oy vermişti.
Bugün bırakın İngiltere, ABD ve İspanya’da yüzde 80’e varan "hayır" oylarını, müslüman ülkelerdeki Türkiyelilerin bile Tayyip’in dayatmasına cesaretle "hayır" diyebildiği bir dönemde Avrupa demokrasilerinin başkentinde yaşayan Türklerin islamo-faşist bir yönetime rekor seviyede destek vermesi Belçika siyasal gündeminin de ön sıralarına oturdu, gazetelerde, televizyonlarda öncelikle tartışılır oldu.
Şu anda Belçika bu sonucun yarattığı şok dalgalarıyla öylesine sarsılıyor ki, sadece milliyetçi Flaman partilerinden değil bazı hristiyan, liberal ya da sol partilerden dahi yabancı kökenlilere tanınmış olan çifte vatandaşlık hakkının kaldırılması önerileri yağıyor. Böyle bir uygulamanın hiçbir şekilde mümkün olamayacağını bile bile…
Mümkün olamaz çünkü çifte vatandaşlık hakkından yararlananlar sadece Türkiye çıkışlılar değil, yıllarca yerli işçilerin inmeyi reddettiği madenlerde yaşamını tehlikeye atarak bu ülkenin refahına katkıda bulunan farklı kökenlerden onbinlerce emekçi ailesi çifte vatandaş statüsünde… Dahası, 70’li yıllardaki büyük ekonomik krizden bu yana başka ülkelere göç ederek çifte vatandaşlık edinmiş onbinlerce Belçika kökenli var. Durum buyken sadece Türkiye çıkışlıları Tayyip’e oy veriyorlar diye çifte vatandaşlıktan yoksun kılmak hukuksal açıdan mümkün değil.
Kaldı ki Belçika’da belediye seçimlerine bir yıl, federal ve bölgesel meclislerle Avrupa Parlamentosu seçimlerine iki yıl kalmışken metropollerin belli mahallelerinde büyük bir oy ağırlığına sahip Türkiye çıkışlı seçmenlere karşı böyle bir yaptırım uygulamayı hiçbir Belçika partisi göze alamaz. Hele hele geçen yazımda belirttiğim gibi «islamofob» damgası yeme korkusu en cesurlarını dahi suspus kalmaya zorluyorsa…
Sorunun özüne gelelim… Belçika Türklerinin Ankara’daki merkezi otoriteye teslimiyeti sadece Tayyip’in eseri de değil. 12 Eylül Darbesi’nden sonra Brüksel’i bir yandan Avrupa’daki tüm muhalif örgüt ve kişilere karşı mücadelenin, öte yandan Ermeni ve Rum diyasporalarına karşı oluşturulacak Türk lobisinin merkezi olarak belirleyen Evren Cuntası’nın İslamcı faşistlere bıraktığı kirli mirastır bu…
Diyanet Vakfı’yla, ona bağlı camilerle, aşırı sağ ve köktendinci derneklerle, metropollerde pıtrak gibi biten «helal»ci firmalarla ve de en korkunç insan hakları ihlalleri karşısında dahi ağzını açmayan Türkçe medyasıyla rehine alınan bir Türk topluluğundan daha farklı bir tercih beklemek zaten mümkün değil...
Onyıllardır bu kitlesel ubudiyetin içerdiği tehlikelere dikkati çektiğimizde en ilerici, en demokrat Belçika siyasileri ve insan hakları savunucuları dahi uyarılarımızı kös dinledi. Bugün yaşanan şokun etkisiyle « çare arama » gösterileri yapılıyor olsa da, yakında yerel seçim ortamına girildiğinde tüm bunların unutulacağından, bu yüzde 75’in el üstünde tuttuğu Türk kökenli ve Ankara ubudiyetli siyaset erbabının yine aday listelerinin en seçilebilir yerlerine yerleştirileceğinden kuşkum yok.
Diyelim ki Yüksek Seçim Kurulu’na, belki de daha sonra Anayasa Mahkemesi’ne yapılan itirazlar sonuç vermedi, Tayyip cumhurbaşkanlığının yanısıra AKP genel başkanı, yürütmenin ve yargının fiilen başı olarak resmen culus eyledi… Bugün referandumun biçimini ve sonucunu tedbirli ifadelerle eleştirir gibi olan Avrupa liderleri ne yapacak?
Avrupa Parlamentosu Başkanı Antonio Tajani’nin La Repubblica’ya verdiği demeçte neler olacağının ipuçlarını bulmak mümkün:
"Bu aday ülkenin temel değerlerimize ve ilkelerimize saygı duyması konusunda ısrar etmeliyiz, ama kapıyı tamamen kapatmamalıyız. Bu, Avrupa'nın kendi kalesine gol atması olur. Diyalog, onların da çıkarınadır, bizi birleştiren ticari anlaşmalarımızı düşünmek yeterli. Avrupa, otoriterlik riskine kararlı bir tepki vermelidir, ancak diyalogdan vazgeçemeyiz… Sığınmacı krizini yönetmede, terörizmle mücadelede ve iş yapma konusunda birlik olduğumuzu unutmamalıyız »
Bugün bunları okurken 45 yıl öncesine, 35 yıl öncesine gittim…
Demokratik Direniş adına 1971 Cuntası’na karşı Avrupa Konseyi’nde mücadele verirken, dehşet verici işkence belgelerini ya da mahkeme tutanaklarını sunarak Türkiye’nin üyeliğinin askıya alınmasını istediğimizde, "Tepkinizi çok iyi anlıyoruz. Ama Türkiye’yi birçok nedenden asla karşıya alamayız. Diyalogu sürdürerek sorunlara çözüm bulmalıyız," denirdi.
Demokrasi İçin Birlik adına 1980 Cuntası’na karşı Avrupa Konseyi ve Avrupa Ekonomik Topluluğu’nda mücadele verirken de aynı teraneyi çok dinledik.
O dönemlerde "diyalog"çuların en büyük kozu, Türkiye’nin Sovyet tehdidine karşı Batı’nın "ileri karakol"u olmasıydı... Jeopolitik, stratejik ve ekonomik çıkarlar gereği tüm insan hakları ihlalleri karşısında alçak profil vermeyi tercih ederlerdi.
Batı’lılar öyleydi de, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler farklı tavırda mıydı?
1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan idama giderken Sovyet Yüksek Şurası Başkanı Podgorni Türkiye’yi ziyaret etmekte beis görmüyordu.
1980 Darbesi’nden sonra da komünistler de dahil onbinlerce vatandaş işkenceden geçirilip hapsedilirken, idamlar birbirini izlerken Türk-Sovyet dostluğunun yıldönümü resmi törenlerle kutlanıyor, Sovyet yanlısı bir örgütün gazetesinde Evren ile Brejnev’in resimleri dostluk timsali olarak yanyana basılıyor, Bulgaristan’ı ziyaret eden Kenan Evren Sofya’da "Büyük Balkan Nişanı"yla onurlandırılıyordu.
Diyeceğim o ki, referandum rezaletinin yarattığı ilk tepkiler yatışınca "al gülüm ver gülüm" günleri tekrar başlayacaktır.
Karamsar mıyız? Asla...
1982 Anayasası’nın yüzde 92 ile onaylandığı ve Evren’in aynı oranla cumhurbaşkanı seçildiği günleri de yaşadı bu toplum.
Tayyip’in bu yüz karası "referandum zaferi" onaylansa, uluslararası güçler tarafından sineye çekilse, Avrupa kurumları "diyalog"u yeniden koyulaştırsa da, 16 Nisan 2017’de demokrasi mücadelesine damga vuran öyle bir gerçeklik var ki, Tayyip saltanatının ergeç sonunu getirecektir.
O da İzmir’den sonra İstanbul, Ankaram Eskişehir, Zonguldak, Manisa, Denizli gibi metropollerin, tüm güney ve batı sahil illerinin ve Kürdistan’ın diktatörlük anayasasına net şekilde "Hayır" demiş olmasıdır.
Bu öncü bir açılımdır... Bu referandumun toplumda açtığı kutuplaşmanın demokrasi, özgürlük ve barıştan yana olan kanadı giderek diğer kentlerde ve hatta bugün Tayyip’in "rehine"si durumundaki yurt dışı göçmen kitlelerinde de güçlenecek, 100. Yıl’a varmadan "cemahiriye reisi"ni tarihin çöplüğüne atacaktır.